Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Demokrat Parti

Demokrat Parti

Geçtiğimiz Pazar günü Demokrat Parti’nin kongresi vardı. (Biliyorsunuz Doğru Yol Partisi [DYP] bir süre önce Demokrat Parti [DP] adını almış, ANAP’la birleşmeye çalışmış, ama bu genel başkanların karşılıklı inatlaşmaları sebebiyle gerçekleşememişti).
çok sönük geçtiği belirtilen Kongre, Süleyman Soylu’yu genel başkan seçmiş, hayırlı olsun.
Kongrenin detayına girmeyeceğim, çünkü bugün bu Demokrat Parti’den değil, adını aldığı eski Demokrat Parti’den bahsetmek istiyorum…
Ama önce, çok partili siyasi hayata geçme denemelerine değinmek isterim…
Cumhuriyet döneminin ilk siyasi teşekkülü Halk Fırkası’dır ve cumhuriyetin ilânından sadece altı gün önce kurulmuştur (23 Ekim 1923).
17 Kasım 1924 tarihinde cumhuriyetin ikinci siyasi partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası siyaset sahnesine çıkmıştır. Partinin Genel Başkanı, İstiklâl Savaşı’mızın kahraman komutanlarından Kâzım Karabekir Paşa, İkinci Başkanı, Hamidiye Kahramanı ve Atatürk’ün Başbakanı Hüseyin Rauf Orbay, Genel Sekreteri de Ali Fuat Cebesoy’dur. Buna rağmen ömrü çok kısa olmuş, “Memleket sathında irticayı tahrik” ettiği gerekçesiyle 3 Haziran 1925 tarihinde temelli kapatılmıştır.
Ondan beş yıl kadar sonra, 12 Ağustos 1930 tarihinde, bizzat Atatürk’ün isteğiyle Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Ne yazık ki, o da kuruluşundan sadece dört ay sonra, 18 Aralık 1930’da, yine “irtica” gerekçesiyle kapatıldı…
Başbakan İsmet İnönü, kendisine ve partisine rakip olabilecek tüm alternatifleri, “irtica” gibi, dönemin (o ve bu dönemin) en etkili silahıyla yok ediyor ve rakipsizliğini sürdürüyordu. Ama o da 14 Mayıs 1950’de bitecek, iktidara halkın büyük ekseriyetinin tercihiyle Demokrat Parti gelecekti.
Geçtiğimiz Pazartesi günü işte bu Demokrat Parti’nin kuruluş yıldönümüydü (07 Ocak 1946). Bize anlatıldığına göre, dönemin tek partisi CHP ve onun değişmez Genel Başkanı İsmet Paşa, çok partili siyasi sisteme geçmek istemişler ve arkadaşlarına Demokrat Parti’yi kurdurmuşlardı. Hayır, durum bu kadar basit değil! Bence İsmet Paşa, yürütebileceğine inansaydı hayatının sonuna kadar CHP’yi iktidarda tutar, kendisi de “Millî Şef” unvanıyla çankaya’da otururdu.
Fakat 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşı pek çok şeyi değiştirmiş, diktatörlükler yıkılmış, dünya “Komünist” ve “Demokrat” olmak üzere iki bloka ayrılmıştı.
Komünist blokun ve Sovyetler Birliği’nin başında oturan diktatör Stalin, Türkiye’den Kars’ı, Ardahan’ı ve boğazların denetim hakkını istiyordu. Buna karşılık Türkiye savaşta “tarafsız” kalmanın bedeli olarak kendi yalnızlığını yaşıyordu. Yalnızlıktan kurtulması demokrasi blokuna dâhil olmasıyla ancak mümkün olabilirdi. Fakat bunun bir ön şartı vardı: Demokrasi ile yönetilmek…
İşte bu zorlanma sebebiyle yılların “Millî Şef”i İsmet Paşa, Demokrat Parti isimli bir partinin kurulmasına izin verdi.
Dünyanın o tarihteki manzarası şöyle idi: İkinci Dünya Savaşı 1945’te bitmiş, savaş sürecinde etkinleşip Türkiye’yi yönetenleri de derinden etkileyen Faşizm ve Nazizm çökmüştü. Kendine “Duçe” dedirten Musolini ile, “Führer” (bunlar da kabaca şef anlamına geliyor) dedirten Hitler yıkılmıştı. Ancak Türkiye’yi hâlâ kendisine “Milli Şef” dedirten “tek adam” yönetiyordu.
İsmet Paşa, hem CHP'nin “Değişmez Genel Başkan”ı, hem de Tüm Türkiye’nin “Milli Şef”iydi… Okul kitaplarımız, “İnönü’dür yurdun temel taşı/ O ulusumun başı/ O bize can yoldaşı/ Şanlı İsmet İnönü/ Atatürk’ün eşidir/ Dünyanın güneşidir/ Türklüğün ateşidir/ Şanlı İsmet İnönü” dizeleriyle doluydu.
Atatürk’ün fotoğrafları, ölümüyle birlikte paradan, puldan ve devlet dairelerinden kaldırılmış, yerine İnönü’nün resimleri konmuştu.
Dünya bir yandan savaşın yaralarını sarıp, bir yandan özgürlükçü yapısını güçlendirirken, Türkiye müthiş bir yoksulluk içinde korkunç bir devlet baskısı yaşıyordu.
Türkiye’nin savaş sonrasında oluşan hür dünya içinde yer alabilmesi, çok partili demokratik hayata geçmesini gerektiriyordu. Savaştan güçlenerek çıkan Sovyetler Birliği’nden gelen zorlamalar ise, Türkiye’nin Batı ittifakı içinde kendine yer aramasını zaruri kılıyordu. Bunun ön şartı çok partili parlamenter sisteme geçmekti. Yani çok partili sistem, Türkiye’yi yönetenlerin tercihi değil, şartların dayattığı bir zorunluluktu. Cumhuriyet döneminin tartışmasız en büyük siyasi hareketi Demokrat Parti işte bu şartlardan doğdu ve kısa süre içinde gelişti.
Kuruluş hikâyesine gelelim: 07 Haziran 1945'de, CHP milletvekillerinden dört isim (Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan) CHP Meclis Grup Başkanlığı'na bir önerge (siyaset tarihinin “Dörtlü Takrir” olarak nitelendirdiği meşhur önerge) verip tüm dünya demokrasiye geçerken, Türkiye'nin kendi içine kapanamayacağını belirttiler ve “açılım” istediler.
Dörtlü Takrir, CHP tarafından reddedildi. Bunun üzerine, önerge sahipleri, CHP’den ayrılıp Demokrat Parti’yi kurdular. (7 Ocak 1946)
Demokrat Parti, baskıcı “tek adam” rejiminin sürdürüldüğü ülkede akla ziyan bir “açık oy gizli tasnif (sayım)” yöntemiyle yapılan ve “hileli” olduğu hâlâ tartışılan 1946 seçimleri ile TBMM’ne girdi.
14 Mayıs 1950'de yapılan ilk demokratik seçimler sonucunda ise, 487 milletvekilliğinin 397'sini kazanarak iktidar oldu. Böylece 24 yıl kesintisiz iktidarda kalan Cumhuriyet Halk Partisi’nin mutlak hâkimiyeti sona erdi. Normal yoldan bir daha da iktidara gelemedi.
Demokrat Parti’nin seçim süresince kullandığı en etkili argümanlardan biri, 1932’den beri Türkçe olarak okutulan ezanın aslına döndürüleceği, diğeri bir açık el işareti eşliğinde kullanılan “Yeter! Söz Milletindir” sloganı idi.
Millet, onsekiz sene sonra ezanına kavuşmuş vatan sathı bayram yerine dönmüştü. İşte bu yüzden, partide bazı olumsuz isimler bulundurmasına rağmen Demokrat Parti’yi millet çok sevdi. Demokrat Parti iktidarının Başbakanı Adnan Menderes’i bayraklaştırdı...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi