Atatürk Anayasa Mahkemesi'ne niçin lüzum görmemişti
Ortada tuhaf ve çelişkili bir durum var: 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nin kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (yani Anayasa), kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyen bir yüksek mahkemeyi öngörmemişti ve 1924 Anayasası Mustafa Kemal Paşa'nın anayasasıydı.
Bu anayasa 1945'e kadar muhtelif değişikliklere uğradıysa da temel felsefesini muhafaza etmiştir; bu bakımdan Atatürkçülük kavramının en temel ve fizikî siyaset programıdır. Defalarca belirttim ki, Atatürk'ün kahve içtiği fincanın telvesine kudsiyet atfedenlerin bu "siyasî belge"yi, sanki mürtecîler tarafından kaleme alınmış gibi buruşturup bir kenara atmaları "azîm" çelişkidir.
1924 Anayasası, 27 Mayıs 1960 tarihine kadar yürürlükte kaldı; o gün, Milli Birlik Komitesi, ordunun bazı silahlı güçlerini kullanarak hükümet darbesi yaptığında bu anayasaya karşı işlenebilecek en büyük suçu işledi çünkü 24 Anayasası'nın 103. maddesi aynen şöyle diyordu: "Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nun hiçbir maddesi, hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tatil olunamaz."
Komiteci ve darbeci subaylar o gün, Atatürk'ün anayasasını sadece ihmâl etmekle kalmadılar, tâtil de ettiler. 1924 Anayasası, 27 Mayıs günü öldü, tarihe karıştı, ortadan kaldırıldı. Bu suçun cezası, o günkü TCK'nın hükümlerine göre öyle ağırlaştırılmış müebbed filan değildi, düpedüz idamdı.
Milli Birlikçiler, bu cürmün farkındaydılar; onun için ilk iş memleketin bütün Anayasa hukukçularını toplayıp Ankara'ya celbettiler. Hukukçular da, henüz darbecilerin yürek çarpıntıları sâkinleşmeden "fetvâ"yı dayayıp, Atatürk'ün hâtırasını hiçe sayarak darbeciliğe "caizdir" fetvası yazdılar. Bu fetvada Anayasacı profesörler, (dikkat!), DP hükümeti'nin anayasaya aykırı davrandığı için meşruluğunu kaybettiği ve bu yüzden askeri müdahalenin haklı olduğunu belirtiyorlardı.
MBK üyeleri derin bir "oohh" çekerken başta Anayasa hukukçuluğu olmak üzere Türkiye'de hukuk biliminin itibarı aynı dakikada iki seksen yere uzanmıştı; zira "anayasayı çiğnediniz" gerekçesiyle anayasayı evvelâ bir güzel çiğneyip, sonra da darbeyle paçavraya çevrilen 24 Anayasası'nın yerine yenisini yaptırmak için en azından birkaç anayasa hukukçusunun "müdâhene"si gerekiyordu ki Keçecizâde İzzet Molla vaktiyle bu "müdahene" kavramını şöyle izah etmişti: "Meşhurdur ki, fısk ile olmaz cihan harâb / Eyler ânı müdahane-i âliman harâb"
Atatürk'ün Anayasası'nda Anayasa Mahkemesi yoktu; niçin yoktu? Cevabını ben biliyorum ama bir kere de Atatürkçü zevattan duymak isterim; acaba Atatürk, yaşadığı çağın icablarından haberdar mı değildi? Kezâ Atatürk'ün Anayasasını beğenmeyip yerine yenisini yaptıran Atatürkçülerin fikri istikamet itibariyle ne türlü bir yamukluk sergilediklerini de öğrenmek pek heyecanlı olabilir.
Mahkemenin gerekçeli kararlarına gelince, nedense "özrü kabahatinden büyük" meselini hatırladım, onun için ciddiyetle muhtevâ tenkidine lüzum görmüyorum. Esasen bu sütunda 2 Ağustos günü belirttiğim, "Türkiye'nin yeni bir anayasaya ve yeniden düzenlenmiş yeni bir Anayasa Mahkemesi'ne duyduğu ihtiyaç, artık ertelenemez ve görmezden gelinemez" cümlesinin isâbeti, yine bizzat mahkeme heyeti tarafından teyid edilmiştir.
Bu arada bir kısım CHP'li zevâtın, "mahkeme ile aynı görüşteyiz; o gün söyledikledimizin isabetli çıkmasından mutlu olduk" yollu böbürlenmeleri pek hoş, pek cilveli ve mânidar bir davranıştı; bu beyanı alıyor ve Deniz Baykal'ın 30 Nisan 2007 tarihinde sarfettiği, "AYM, 367 vekil şart değil derse çatışmaya sürükleniriz" sözünün yanına koyuyorum:
Nedense hiç sırıtmıyor!