Çok gezen çok okumamalı mı?
“Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” sorusunun cevabının “çok gezen” olması hep şaşırtmıştır beni...
Filibe’de bir otelde, yol boyunca elimize tutuşturulan dergileri, kitapları karıştırıyorum. Tabiî türkçe neşriyat, bazılarında bulgarca bölümler de var.
Filibe ismi Büyük İskender’in babası Filip’e dayandırılıyor. Bulgarlar “Plovdiv” diyorlarmış. Elan Filibe 350 bini civarında merkez nüfusuyla Bulgaristan’ın Sofya’dan sonra ikinci büyük şehri. Osmanlı idaresinde Edirne’nin başkent olmasından sonra Rumeli beylerbeyiliğinin merkezi yapılmış. Filibe’nin İstanbul’un fethinden doksan yıl önce, Edirne’den iki yıl sonra fethedildiğini hatırlayalım.
İlk karıştırdığım dergi Müslümanlar...Bulgaristan Başmüftülüğünün yayını bu dergi. Dergide bir Bulgar profesörle yapılan mülakat ilgimi çekti. Lübomir Mikov yaşıtım, alanı folklormuş; Osmanlı mimarisi ve sanatı dersleri veriyormuş.
Mülakatı yapan, Aliosman Mehmet, onun müslüman olmamakla beraber hayatının büyük bir kısmını camilerde geçirdiğini belirtiyor. Mikov ise, cami ve kiliselere en çok turistlerin girdiğini söylüyor. Bunlar ilginç ve egzotik şeyler görme niyetiyle geziyorlar ve bir sonraki esere vardıklarında öncekini unutuyorlarmış. Mikov, bir müslümanın camiye namaz kılmak ve imanını izhar etmek için girdiğini belirttikten sonra, bunların cami içinde yer alan unsurların çoğuna yabancı olduklarını, bazılarının onların isim ve fonksiyonlarını dahi bilmediklerini söylüyor. Kendisi üçüncü gurupta, yani “araştırmacı” olarak camilere girdiğini belirtiyor. Araştırmacılar objektif olarak yapıya bakıyorlar, tarihini, özelliklerini, yapılışını bilmeye çalışıyorlar.
Mikov’a ahilikle ilgili bir soru da yöneltiliyor. O da, ahiliğin öneminden bahsettikten sonra 18. asrın sonlarına doğru bu esnaf birliklerinin bozulduğunu, 3. Mustafa’nın bir fermanla ahiliğin otoritesini yükseltmeye çalıştığını belirtiyor. Bu ferman Soyfa’daki Millî Kütüphane’de korunuyormuş ve Türkiye’deki meslekdaşarı bundan haberdar değilmiş.
Bulgar ilim adamı, ilginç bir şeyi kayda geçiriyor: 20. asrın başlarında Bulgar esnafına rütbe verme merasiminin ahiliktekinin tekrarı olduğunu araştırmalarıyla ortaya koymuş. Çırak, kalfa, başkalfa, usta, esnaf, lonca, şed, yiğitbaşı, kayha (kâhya olmalı, böyle yazılmış), kethüda gibi ahilik kavramlarının Bulgar zanaatçılar tarafından kullanıldığını belirtiyor.
Sofya’daki Büyük camiin bunca zamandır Arkeoloji müzesi olarak kullanılmasını eleştiriyor. Üniversitede verdiği İslâm mimarisi derslerinin öğrencileri şaşırttığını belirtiyor. Bulgaristan’da böyle bir şeyin mevcudiyetine şaşırıyorlarmış!
Osmanlı mimarisinin yenileşme/batılılaşma dönemi ile ilgili iddiası dikkat çekici: Yirmisekiz Mehmed Çelebi Paris’te Versay sarayını görmüş, kendisine bazı hazır modeller verilmiş, Türkiye’ye dönünce bunları Yozgatta uygulamış...Çapanoğlu camii kastediliyor olmalı, Çelebi’nin Yozgat’la alâkası bilinen hayatından çıkarılacak gibi değil. Barok süslemelerden söz ederken Rüstem Paşa camiini de sayması bir kafa karışıklığı olabilir. “Neredeyse bütün Bizans mimarisi Osmanlı mimarisine aktarılmıştır, bunda en büyük katkı Mimar Sinan’ındır diyor. Bu aşırı iddiayı temellendirmek için, Selçuklu mimarisini, Türklerin mimari tarihini bilmek tanımak gerekir, belki de biliyordur!
İlk durağımız Kırcaali idi, Bölge Müftüsü Beyhan Mehmed’i ziyaret ediyoruz. Merkez Camii ve Müftülüğün avlusunda müslümanların buradaki varlık sebeplerini açıklayan Gazi Kırca Ali Baba’nın kabrinin başında fatihalar okuyoruz. Akşam Ömer Lütfi Kültür Derneği salonunda toplantı var. Hem heyette bulunan şair ve yazarlar, hem de Kırcaalili şair ve yazarlar eserlerini okuyorlar. Müzekki Ahmed, bu derneğin başkanı. Fahri Tuna onu “çağdaş Malkoçoğlu” olarak tanımlıyor. Programın bir parçası olan Dostlar topluluğunun konserinden söz etmesek olmaz. Hem Rumeli’den hem Anadolu’dan türküler seslendirdiler, kulağımızın pasını sildiler.
Ertesi gün Filibe’deyiz ve az zamanda şehri tanımaya çalışıyoruz.
Filibe’de her şeye rağmen şehir kendini belli ediyor. Az da olsa camiler ayakta kalmış. Kalanlar dahi birçok şeye şahidlik ediyor. Tarihî şehri gezerken birden kendimizi Safranbolu’da, Taraklı’da veya Göynük’te sanıyoruz. Şehrin bu kesimindeki evler Bulgar mimarisine mal ediliyormuş! Bizce bir mahzuru yok! Fakat, bir tek Bulgarın olmadığı ve belki de bir tek Bulgarın uğrak vermediği bu evlerden Anadolu’nun birçok şehrinde rastlanmasına ne demeli! Turistik sitelerde bu evlerin Bizans-Yunan mimarisinin harmanlanmasıyla yapıldığı iddia ediliyor! Bunlar ne Yunan ne de Bizans mimarisinden bihaberler!
Şehrin bu kesiminde Mevlevihane garip kalmış. Filibe mevleviliğin önemli merkezlerinden. Ona yakışır bir Mevlevihanesi var. Ne yazık ki restoran olarak kullanılıyor. Restorasyonda herşey silinmiş. Bir tek “Ya hazreti Mevlana” hattı bile yok!
1830’lu yıllarda ünlü Fransız şairlerinden Lamartin de Filibe’nin misafiri olmuş. Osmanlı hükümdarları onun ülkelerinde seyahati ile ilgilenmişler. Hatta Burgaz ovasında arazi tahsis etmişler. Lamartin bu arazi üzerinde tasarrufta bulunamamış ama, 8 ciltlik Osmanlı tarihi yazmış.
Filibe’de fetih yıllarının hatırasını yaşatan Hüdavendigâr, Muradiye veya Cuma camii son durağımız oluyor...Bina son yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından onarılmış. Filibe’de kaybedilen, el konulan camii, medrese, hamam gibi yapıların çetelesini tutmaya kalkışsak...Yerimiz kâfi gelmez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.