İslamcılık halk için mi devlet için mi?
Nerede kalmıştık... “İkinci Meşrutiyet yıllarıyla Cumhuriyet dönemi arasındaki zaman aralığı çok kısaydı ama bu sırada sanki bir dünyada uyuyup başka bir dünyada uyanmışçasına büyük bir değişim yaşadık...” diyorduk. “Değişen şey dünyaya ve kendimize bakışımızdı. Kendimizi mevcut dünya içindeki konumlayışımızdı...” diyorduk.
Kökeni Tanzimat reformlarına gösterilen reaksiyona dayanan, Hamid devrinde çiçeklenip meyvalarını İkinci Meşrutiyet devrinde veren ve kendisine “İslamcılık”adı yakıştırılan fikir akımı ile bilahare cumhuriyet devrinde ortaya çıkıp yine İslamcılık diye adlandırılacak olan siyasi/sosyal hareketler/hareketlilikler arasındaki münasebetten söz ediyorduk. Bence bu ikincisini ilkinden ayırmak için belki neo-islamcılık diye (veya başka bir adla) adlandırmak daha uygun. Çünkü aynı adı taşıyan iki ayrı cereyan söz konusu. Hemen hemen hiçbir ortak yönleri de yok.
Ortak yönlerinin olmaması da normal. İki ayrı dünyanın realiteleri bunlar... Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirleri iki ayrı dünya...
***
“İki ayrı dünya” derken tam olarak ne demek istediğimi açmam gerekiyor. Tabii bu arada “sanki bir dünyada uyuyup başka bir dünyada uyanmışçasına büyük bir değişim yaşadık” derken ne kastettiğimi de...
Baştan başlayalım... Osmanlı aydınının zihin dünyası devlet merkezliydi. Devletin varlığından bağımsız herhangi bir maddi veya manevi değer düşünülemezdi. Erdemlerimizin de sorunlarımızın da kaynağı devletti. Devlet düzelirse her şey düzelirdi.
Üstelik, tarih bilincine sahip olduğunu bildiğimiz açık fikirli birçok aydın bile yaşanmakta olan problemlerin büyüklüğüne rağmen Osmanlı devletinin günün birinde ortadan kalkabileceğine ihtimal vermiyordu. Devletimizin “ebed müddet”(ölümsüz) olduğuna samimiyetle inanıyordu. Belki de inanmak istiyorlardı veya buna kendilerini inandırmaya çalışıyorlardı demek daha doğru.
18. ve 19. asır Osmanlı aydınlarının birçoğu bugün “Haldunist” diye nitelenmeyi hak edecek ölçüde İbn Haldun’a yakınlık duyuyorlardı. Ancak Umran teorisyeninin tarih şemasını Osmanlı’ya uygulamaya gelince iş değişiyordu. Bir devletin tıpkı canlı varlıklar gibi doğduktan sonra bir müddet büyüyüp gelişeceğini, belirsiz bir süre boyunca canlılığını üst seviyede sürdürüp bilahare zayıflamaya, güçsüzleşmeye başlayacağını ve sonra fani hayatının sona ereceğini teorik olarak kabul ediyorlar ama bunun kendi devletleri için de geçerli olduğunu kabule yanaşmıyorlardı. Hem de büyük bir hızla her alanda güç kaybettiğimiz bir dönemde bile.
İnsanın psikolojik mekanizmalarının politik sahada işleyişinin bir örneği demek lazım buna belki. Ama konumuz şimdilik bu değil... Konumuz devleti ayakta tutmanın yolları üzerine kafa yoran aydınlarımızın refleksleri veya çıkış noktaları…
***
Daha evvel de yazmıştım, Yusuf Akçura meşhur Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde “Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Devlet-i Osmaniye için daha nafi ve kabil-i tatbiktir?” diye sorduktan sonra kendi cevabını verir. Yani Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük görüşlerine “hangisi devletimiz için daha faydalı ve uygulanması mümkün” diye bakıyordu Osmanlı aydınları…
Osmanlı aydınlarının benimsediği reform programları siyasi programlardı hep. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük... Hiçbiri toplumsal bir program değildi. Sözgelimi sosyalizm veya liberalizm Osmanlı aydınından neredeyse hiç yüz bulamamıştır. Hem de bu iki görüşün Avrupa’da en güçlü olduğu devirde. Yani ondokuzuncu asırda. Bunda elbette bizim sanayi toplumu olmayışımızın önemli payı var ama aynı zamanda tamamına yakını devlet memurlarından müteşekkil olan aydın zümrenin meselelere devlet odaklı bakma refleksinin veya alışkanlığının da payı var.
Toplumdaki beklenti ve talepler, toplumsal kesimlerin veya sınıfların çıkarları vs. değil devletin bekası önem taşıyordu Osmanlı aydını için. Çünkü diğer her şeyi buna bağlı görüyordu. Dolayısıyla devleti kurtarmak tek ve nihai amaçtı.
Ondokuzuncu asır peş peşe toprak kayıplarıyla geçmiş, yirminci asır başında ise Balkan Harbiyle bilhassa devletin kalbi sayılan Makedonya topraklarını kaybetmemiz büyük bir travma yaratmıştı aydınlar üzerinde. Bu nesil nihayet İstanbul’un işgalini de gördü ve artık kendi dünyasının sona erdiğini, şimdi yeni bir dünyanın eşiğinde olunduğunu fark etti.
Mesela 1870 doğumlu Süleyman Nazif “Ben doğduğum zaman vatanım Macaristan hududundan Aden Denizi’ne ve Büyük Sahra’dan Tiflis civarına kadar uzanan uçsuz bucaksız bir ülkeydi” diyor… Kendinizi Malta Geceleri müellifinin neslinden birinin yerine koyarak düşünün.
“Devlet-i ebed müddet” diye bildiğiniz imparatorluk elinizden kayıp gitmiştir. Milletin varlığı ise adeta uçurumun kenarından son anda çekilip kurtarılmıştır. Eski her şeyi kaybedip yeni her şeye sıfırdan başlamanın gerektiği bir süreç başlamıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.