'Modern islamcılık' versus 'Postmodern İslamcılık'
Bir seneden fazla oldu, müftülere nikah kıyma yetkisi verilmesine ilişkin tartışmalar bağlamında şunu yazmıştım: İlahiyatçıların “dinimizde imamların kıyması gereken özel bir nikah yoktur, belediye görevlisinin kıydığı nikah dinen geçerlidir…” vs diye konuşmaları boşuna. Çünkü semboller ve kimlik tezahürleri bizim gibi toplumlarda en az dinin icapları kadar önemli. Çünkü tartıştığımız mesele yalnızca yüzeydeki din ve laiklik çatışması değil aslında, daha derinde veya daha genel anlamda modernizm ile postmodernizmin kavgası...
Modernizm toplumsal hayatta “eşit vatandaşlık” idealidir. Vatandaşın bir siyasal kontratın tarafı olmanın ötesindeki nitelikleri ve özellikleri değer taşımayacaktır buna göre. Dolayısıyla hangi dinden olduğunuz, hangi etnisiteye mensup bulunduğunuz vs. sizin için önemli olabilir ama toplumsal/siyasal açıdan önemsizdir. Tabiatıyla bu özelliklerinizin hukuk karşısında da bir değeri olmamalıdır.
Fransız devrimi bu ideali hayata geçirdi. Bir siyasi ideoloji olarak cumhuriyetçilik toplumsal kontratla oluşturul(duğu varsayıl)an laik devletin vatandaşlık bağını bütün kimliklerin önüne geçirdi.
Mamafih modernite bir bütün… Toplumsal hayatta, hukukta, estetikte, ekonomide aynı anlayışın geçerliği söz konusu. Ve işin arkasında tarihin belirli bir dönemindeki toplumsal şartlar ve ihtiyaçlar paralelinde oluşan bir zihniyet dünyası var.
Dolayısıyla Fransız Devrimi’nin bayraktarlığını yaptığı modernizm aslında Batı Avrupa toplumlarının ortak yolu. Nitekim bundan 200 yıl öncesinde o dünyanın çok fazla uzağında yer almayan Osmanlı toplumu da söz konusu rüzgârın etkisinde kendini yenileme ihtiyacı hissetmişti.
Tanzimat ve Islahat fermanları esas itibarıyla modernleşme adımlarıydı. Modernleşme, yani siyasette merkeziyetçilik, eğitimde kitlesellik, kültür ve sanatta popülerlik, bilim ve hukukta laiklik, ekonomide tekelcilik…
Avrupa toplumları bu işi “milli devlet” çatısı altında yapmışlardı. Biz imparatorluktuk. Nüfusunun yarıya yakını Hıristiyanlardan oluşan bir devlettik. Anadili Türkçe olan nüfus sayı olarak hemen hemen azınlıktaydı. Yani “milli devlet” değildik, olamazdık. Ama şunu yaptık: önce Tanzimat’la temeli atılan ve akabinde Islahat Fermanı ile hayata geçirilen Osmanlı vatandaşlık rejimiyle Fransa örneğinde olduğu üzere eşit ve imtiyazsız bir “Osmanlı milleti” yaratmaya çalıştık. Ne var ki imparatorluk yapısı içinde bunu yapmak kolay değildi.
Cumhuriyet kurulduğunda ise gayrimüslim nüfus küçük bir azınlığa düşmüş, anadili Türkçe olmayan ahalinin nüfus içindeki oranı da epeyce azalmıştı. Modern milli devletin teşekkülü önünde fazlaca engel yoktu ve dolayısıyla modernleşme adımları hız kazandı ama sosyoekonomik yapının özgül dinamikleri görmezden gelinerek “tepeden aşağıya doğru” bir modernleşme modelinin hayata geçirilmesi gerçekçi bir yaklaşım değildi. Dolayısıyla bu yol hem amaca ulaşmada pek başarılı olamadı hem de arzu edilmeyen birtakım sonuçlar doğurdu.
***
Bu noktada bir parantez açarak hatırlatmak gerekiyor ki Meşrutiyet devri İslamcılığı modern/modernist bir karakterdeydi. (Daha önceki yazılardan birinde bu modernist bakış açısının niteliklerini özellikle Afgani’nin vizyonu üzerinden yorumlamaya çalışmıştım.) İslamcı aydınlarının büyük bölümünün Meşrutiyet devrinde İttihat ve Terakki içinde yer almaları ve hatta bunlardan -içlerinde Ş. Yaltkaya, Seyyid Bey, Ş. Günaltay, Hamdi Akseki, İzmirli İsmail Hakkı gibi isimlerin de olduğu- bir bölümünün Cumhuriyet devrindeki katı laiklik politikasına rağmen iktidar aygıtı içinde kendilerine yer bulmaları bu bakımdan anlaşılır bir durum.
***
Yerimiz kalmadı… Modernist eğilimli İslamcılık ile post-modern karakterli neo-İslamcılık hareketlerinin mukayesesi konusuna bir sonraki gün girelim.
Bu arada “müftü nikahı” tarzındaki bazı sembolik konuların İslamcılığın, daha doğrusu Cumhuriyet devrinin eseri olan neo-İslamcılığın, gelişim ve dönüşüm süreçleri içinde ne anlama geldiğine de ayrıca bakalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.