Sınır tanımayan hocalar (3)
İyi insanlarla beraber olmuş, salihlerle oturup kalkmış, ilim meclislerinde bulunmuş, her birinin güzel hizmetlerini gözden geçirmiş, eskilerin diliyle hem kal/sözlü ilmi, hem hal/yaşanan hale gelmiş ilmi almış ve görev aldığı camilerde 24 saatini İslami hizmete adamış bir zatı muhterem.
Türkiye’ye de uğradığında TV5’de anılarını paylaştığı programlardan tanıyorsunuz onu. 24 saat İslam’a hizmet derken, “Uyumaz mı bu adam” derseniz, rüyasında da İslami hizmetlerin içinde görürmüş kendini. Gündüz en fazla ne ile meşgul olursanız gece de rüyanızda çoğunlukla onları görürsünüz. Bundan nerdeyse elli yıl önce yıllık iznini alarak bir de yurt dışındaki İslami hizmetleri yerinde görmek ister ve yurt dışına çıkar. Sınır tanımayan dostlarımdan Tıp Profesörü bir dostum vardır. Her sene birkaç ay harp meydanlarında Amerikan, Rus, Avrupa silahlarının yaktığı yıktığı insanların yaralarına deva olmak için sınır dışında görev yapar.
Doktor, bu dünyada tenlerin ve canların yanmasına ilaç olmaya çalışırken, Sınır Tanımayan bu türden hoca efendiler ise sonsuz senelerde cehennemde yanmamaları için gönüllerindeki insana tapınma putunu kırıp, yaratan, yaşatan ve yöneten Allaha imanı yerleştirmeye sebep olmaya çalışıyorlar. Gittiği yerlerde yapılan hizmetlerin tadına doyamadığı için bir ay sonra geriye dönemez.
Hani Yunus Emre’nin:
“Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” dediği gibi görevime son verilsin, maaşım yağma olsun der ve dokuz ay oralarda kalıverir. Dokuz ay sonra memleketine döner, bir ay kadar dostlarına oraları anlatır. Bir gideyim müftü efendiye de anlatayım diyerek makama gider. Müftü efendi onu muhabbetle karşılar, kucaklaşırlar, karşılıklı oturup birer kahve içtikten sonra müftü efendi sorar, “Göreve ne zaman başlayacaksın?”
-Hocam ben on gün değil dokuz ay görevden uzak kaldım. Siz beni müstafi saymadınız mı?
-Müftü efendi: “Sen oralarda görev yapmadın mı?
-Yaptım.
-Tamam, şimdi de burada görevine devam edeceksin” der. (Müftülerimizin ve tüm idarecilerin dikkatine sunarım)
Oralarda yaptığı hizmetin tadını buralarda bulamayınca bir müddet sonra istifa eder ve eşiyle beraber çeker gider.
Mekke ve Medine’de kalır bir müddet. Arapça konuşmayı öğrenir. Mekke ve Medine’de hem yerli hem de dışardan gelen hocaların bolluğu nedeniyle o mübarek yerlerden ayrılır ve doğuya doğru gider. Kore, Çin, Japonya, Singapur, Malezya arasında İslami hizmetin mekiğini dokumaya başlar. Bu ülkelerin dillerinden ilk önce öğrendiği cümle şudur: “Siz, bu kelimeyi söylediniz ya işte siz, şimdi Müslüman oldunuz. İslam dinini, öğrenmek için şu adrese gidiniz.” Beyaz uzun sakalı, bembeyaz omuzdan topuğa kadar uzanan entarisi, nezaket dağıtarak yürüyüşüyle 1990 yılında benim eve teşrif buyurdu ve akşam sohbetinde, “Dilini bilmediğin insanlara dini nasıl anlatırsın?” dediğimde, “Kore’nin en işlek meydanının bir yerinde bedeni hareketlerimle de ritim tutarak, sesli olarak “La ilahe illallah, Muhammed Rasülüllah” kelime-i tevhidini söylemeye devam ederken, yirmi-otuz kişilik bir gurup oluştuğunda ve onların birçoğu da ritimle aynı kelimeleri mırıldanmaya başladığında, Kore diliyle “Siz, bu kelimeyi söylediniz ya işte siz, şimdi Müslüman oldunuz. İslam dinini, öğrenmek için şu adrese gidiniz.” cümlesini söylüyorum, tekrar kelime-i tehide devam ediyorum ve bir ömür böyle geçiyor, çok iyi başarılar sağlanıyor” demişti. Çarşamba günkü yazımda Beni Kaynuka Yahudilerinin hahamı olan Husayn isimli zatın Medine’ye hicret eden Sevgili Peygamberimizi herkes gibi görmek için koşarak geldiğini ve konuşurken yüzüne baktığını, o yüzün yalancı bir yüz olmadığını anladığını ve Müslüman olduğunu kaynaklarıyla beraber yazmıştım. Bazen haliniz, dilinizden daha iyi anlatır. Yüzünüzde doğruluk çiçeği açarsa, gözleriniz kişilerin cüzdanına değil de gönlüne bakarsa, sözünüzde sevgi ve samimiyet kokusu gönüllere sirayet ederse, hangi dilden konuşursanız konuşun anlamayacak insan olmaz. Yeni Müslüman olanların bulunduğu yerlerde cami yoksa hemen evi geniş olanın bir odasını camiye çeviriveriyorlar ve onların namazla aynı safta durmaları, aynı yöne dönmeleri, maddi olarak zayıfların desteklenmesi sağlanıyor. Bazı hoca arkadaşlar da var ki okuduğunu kendinden başka kimseye anlatmadan bu dünyadan gidiyor ve güzel hizmetleri olanların da konuşmalarında ve yazdıklarında dil bilgisi hatalarını ortaya koyarak tatmin olmaya çalışıyorlar. Onlardan birine, “Kabirde kafir çocuklarına ders verdirmeyecekler. Öğrendiğini bu dünyada hem Müslümanlara hem Müslüman olmayanlara öğretmekle görevlisin” demiştim de, “Kendimi yeterli görmüyorum” diye cevap vermişti.
Zaten kendini yeterli gören hoca sayılmaz. Biz, beşikten mezara kadar öğrenmekle, yaşamakla ve öğrendiğimizi öğretmekle görevliyiz.
Ama o zatın adını yazmadın, kim o?
Ne yapacaksın adını?
Sen de bir şeyler yap.
İster sözle, ister kalemle, ister silahla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.