Yanlış, yanlış, yanlış!
Vecdi Gönül'ün söylediklerini doğru bulmuyorum; siyâseten, ilmen ve vicdânen yanlıştır. "Ege'de Rumlar, Türkiye'nin pek çok yerinde Ermeniler yaşamaya devam etseydi, bugün acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?" sözü en hafifinden talihsizlikle mâluldür.
Biri Milli Savunma Bakanı'na anlatmalıdır ki, milli devlet, halkının "masif", yani benzer özellikler taşıdığı bir devlet modeli değildir: Milli devlet, merkezî bir devlet cihazını öngörür, milletin hükümranlığını vurguladığı için Cumhuri idareyi gerektirir; devletle vatandaşları arasındaki ilişkiyi ve hizmet akışını standart bir hukuk nizamına bağlar. Sosyolojik mânâda "millet" öncesi yapılanmaları fersûde sayar. Vatandaşların eşitliği, milli devletin altın kaidesidir. Milli devlet, herkesin aynı etnik kimliği taşıdığı, aynı dili konuştuğu, aynı inancı benimsediği devlet modeli değildir (buna kısaca Faşizm derler). Milli devlet, bu itibarla farklı vatandaşların aynı hedefe bakmasını, aynı milli idealleri benimsemesini murad eden bir modeldir.
"Rumlar, Ermeniler hâlâ aramızda olsaydı, nice olurduk" beyanı talihsizliktir; takriben bin sene beraber yaşadığımız unsurlar bunlar. Eğer varlıkları hâlâ devam ediyor olsaydı, hem iktisâdi hem de medenî ve kültürel nokta-i nazardan daha zenginleşeceğimizi düşünmüşümdür hep. Tehcir ve mübâdelenin fiili planda Türkiye'de Müslüman nüfusu çoğunluğa geçirdiği doğrudur; bu olguya sevinmek yerine yerinmemiz daha isabetli olur; bu unsurların varlığı, Türkiye'nin şehirleşme sürecini kısaltıp, yeni burjuva kültürünün kıvamlanmasında olumlu bir tesir yapabilirdi. Olmadı. Birinci Harbin önceleri Ruslar lehine gelişmesi, ardından Yunan işgaline göz yuman müttefik patavatsızlığının Anadolulu Rumları zıvanadan çıkarması, bizi, bu iki değerli beşeri unsurla birlikte Cumhuriyet'e yürümekten engelledi. Tehcir ve Mübadele'nin asıl mağduru Türkiye'dir. Onlar bizim içimizdeki "öteki"yi temsil ediyordu ve onlarla nasıl geçineceğimizi azbuçuk biliyorduk; bin yıllık "coexistence", yani birlikte yaşama tecrübesini bir kalemde kenara bırakmak, Cumhuriyet'in inşasına çalıştığı çağdaş ve laik kültür için pek önemliydi. Olmadı, fakat "olmadı" diye sevinmek yersizdir. Ermeni ve Rumların bir şekilde buradan çekip gitmesi, bizi kendi tekilliğimizle (yoksulluğumuzla demeliydik belki de) yüz yüze getirdi; nitekim bakınız, Türklük ve Müslümanlık bile artık kendi aramızda müşterek değer olmaktan çıkmıştır. Devletten "anayasada esaslı ve okkalı bir yer" talebinde bulunan unsurların söylediklerine dikkatle bakınız; benzer tarzda, "Milli Mücadele'ye biz de destek verdik, bizden katı cumhuriyetçi bulunmaz; bizim Sünnilerden, bizim Türklerden neyimiz eksik, hakkımızı isteriz" diye feveran ediyorlar. İşiten de saf kan Sünni ve Türklerin, devlet nezdinde pek matah bir şey sayıldığını zanneder!
Tekillikten, yoksulluktan kasdım bu; güvenilen dağlara kar böyle yağar işte. Çağdaş dünyanın Coexistence ihtiyacı için aspirin gibi, antibiyotik gibi şifa verici bir ilâç olarak kullandığı Laiklik, bu dar görüşlülüğün elinde toplumu bölmenin vâsıtası haline geldi ve sanki sadece Müslümanlığın aleyhinde bir şeymiş gibi takdim edilip öyle anlaşıldı. Yanlış algılanıp kötü uygulanan laiklik bizi birleştirmiyor, geriyor. Siyasi partileri birbirinden ayrıştıran en belirgin fark, programları değil de, niçin sadece laikliği kavrayış biçimidir, hiç düşündük mü? Sekülerlerimizin canı burnunda, çünkü laiklik tehlikede; dindarlar ise inançlarını yaşayamadıklarından şikâyetçi; işte size mesele! Bu kavrayış fukaralığının başlıca sebeplerinden biri, kendi kendimizi ötekileştirmekten başka bir şey değildir. Aynı geleceğe ümitle bakmak yerine, birbirimize hınçla bakıyor, sonra da, "iyi oldu, Rumlarla Ermeniler de şimdi aramızda olsaydı, daha fena olurduk" diye göğüs geçiriyoruz.
Osmanlı'nın siyasi rejimini reddedip yıktık; kabul, fakat bu esnada Osmanlıların bin yıllık tarihî tecrübesini biraz olsun anlamaya çalışmalı değil miydik?
Aramızda zaten seyrek kalmış gayrimüslim unsurlarımız, Bakan'ın sözüne üzülmesinler; azlığın görüşüdür.