Ayrılık

Ayrılık

Ayrılık yalnızca birini terk ederken yaşanmıyor. Terk edilme halinde de yaşanıyor. Terk etmek ya da terk edilmek illa da olumsuz bir anlamı içermemeli.. biz, olayı terk bağlamında ele aldığımızda genelde biri ötekine küserek ayrılmış anlamına takılıyoruz. Hiç de değil.. elbette ilk akla gelen eylem bu değindiğimiz bağlamdaki oluyor. Ama bundan ibaret değil. çünkü bunda yaşanan burukluk, kalp kırıklığı, düş yıkımı, kahredicilik, güceniklik, sürtüşme ve aykırılık, inkisar.. bunlar olmaksızın yaşanan terk de vuku bulmaz.

çocukluğumu geçirdiğim iki küçük Anadolu kentinin ikisinde de birer İstasyon Caddesi vardı. İlki kentin içinden geçiyordu. Hem de evimizin önünden.. ancak istasyona gene de yaklaşık dört kilometre mesafesi bulunuyordu. Bizi terk eden misafirlerimiz (bu terk kelimesi benim o günkü algılamam çerçevesindeki anlam, yoksa olağan bir vedalaşma hali..), evimizin önünden paytona binip aynı güzergâhtan istasyona ulaşacaklar.. el sallıyorum.. onların bizden ayrılmasını öylesine istemiyor, öylesine içime sindiremiyorum ki, kapı kenarlarına onlar aklıma her geldikçe bir çentik atıyorum. Sonra evin büyükleri oraya buraya çentik attığımı görünce muzırlık yaptığımı düşünüp beni uyaracaklardır.

Benim, evden çıkıp cadde boyunca yürüyerek istasyona gitmemin tarihçesi ve istasyonlara hep düşkün oluşumun gizi bu olayda saklı olabilir. O misafirlerimize olan tutkunluğumu neye bağlamalıyım? Sanırım bunu da biliyorum: onlar, bizim çocukluğumuzun komşusuydular. Biz daha okula gitmeden önce, o evin oğulları olan ağabeylerimiz bize, daha sonra okulda öğreneceğimiz marşları öğretmişlerdi. Şiirler ezberletmişlerdi. Onlar, bizim ufkumuzda duran örneklerimizdi. Al işte, onların oldukça yoksul bir aile olduğunu, bize ağabeylik eden oğulların okuma imkânı bulamadığını nice sonra fark edip yazıklanacağız. Ama bizim, kendi gurbetimizi yaşadığımız o küçük Anadolu kentinde onların bizi ziyaret etmesi bana paha biçilmez bir vefa duygusunun edası gibi görünmüştü ve ben bu vefaya meftun olmuştum. Kendim de onların arkasından, bir tür yas tutarak bir başıma bu vefayı ödeşmeye çalışıyordum.

İlk gençliğimin başlangıcını yaşadığım ikinci küçük Anadolu kentinin İstasyon Caddesi kentin dışındaydı. Bir yerden sonra kentin yerleşim mahallinin dışına çıkıp şoseyi izleyerek istasyona ulaşılıyordu. Kente uzaklığı iki kilometreydi. O caddeyi arkadaş kümesiyle arşınlıyorduk. Yol boyunca hararetli sohbetlerimiz oluyordu. Ben, bu sohbetlerin zevkini tatmanın yanında bir ölçüde nostalji de takılıyordum. Kimselerden habersiz olarak..

O istasyon, kentin dışında olduğundan bu haliyle de bir terkedilmişlik havası verirdi.. hele de geceleri.. İstasyon çalışanlarının lojmanları aynı mıntıkadaydı. Gece vakti, o küçücük taş binaların pencerelerinden solgun, sarı ışıklar sızardı dışarıya. Burası, kör bir istasyondu, yol bu istasyonla biterdi. Zaten buraya gelen trenler de banliyö treniydi.

Hah, işte ipin koptuğu yere geliyorum.

Buradaydım. Birlikteydik. Trene birlikte bindik. Ama birlikte trene binen iki kişi her zaman aynı yolu birlikte kat etmiş olmuyor. Bu da öyle bir şeydi. Birlikte yolculuk yapıyorduk, ama yollarımızı ayırmıştık.

O, bana, gölgenin rengini göstermek istediğini söylüyordu. Kim bilir, her şey, bütün bir geleceğimiz belki de onun renginde gizlenmiş duruyordu. O bunu bilmiyor muydu, bilmiyorum; ben biliyor muydum, meçhul..

Böyle kapanık bir yolculukta tıngır mıngır birlikte yol alış, bu ayrılığın uzun bir veda töreni gibiydi.

Onu yıllar sonra görecektim. Ama her şey o kadar gecikmiş, öylesine değişmiş olarak.. ki, bunun isyanını kelimelere hapsedebilecek gücüm yok.

Bakarsan, istasyonlar yerlerinde duruyor, insanlar da… Ama o istasyonlar onlar mıdır, o insanlar kendileri midir?.. Benden başka kendi yitiğine ağlayan var mıdır? Yetirdiği şeyin ne olduğunu bilmeden.. üstelik.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi