Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Sığınmacılık!

Sığınmacılık!

Ergenekon soruşturmasıyla bağlantılı olarak gözaltına alınanlar ağız birliği içinde “Atatürk’ü çok sevme suçu” işlediklerini söylüyorlar ya, ben bunu duyunca çocukluğuma gittim...
Benim çocukluğumda bu kadar sık Atatürk’ten bahsedilmezdi... “Atatürkçü” olduğunu söyleyenlere bu kadar sık rastlanmazdı.
Gazeteler on kasımlarda bile Atatürk’ü manşete çekmezdi... Memurlar Atatürk rozetleriyle gezmezdi... Ders kitapları, hatta matematik ve din dersi kitapları, Atatürk fotoğraflarıyla dolu olmazdı...
Her meydana, her okulun önüne Atatürk büstü dikilmez, binalara kocaman Atatürk posterleri asılmazdı... Bırakınız bizim köy okulunu, ilçedeki okulun bahçesinde bile Atatürk büstü yoktu.
Hatta ilçenin meydanında da yoktu. (Yanlış hatırlamıyorsam, şehir meydanına ilk heykel 1960 darbesi sonrasında dikildi). Çünkü heykel dikme geleneğimiz yoktu... Okuduğum-izlediğim kadarıyla, sağlığında Atatürk’ün sadece birkaç heykeli dikilmişti... Öldükten sonra ise bir “heykel yarışı” başlamadı... Çünkü onun “en yakın arkadaşı” olduğunu söyleyen İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı olmuştu...
Meydanlara Atatürk heykelleri dikmek şöyle dursun, paradan ve puldan Atatürk resimlerini kaldırıp kendi resimlerini koydurttu... Meydanlara da kendi heykellerini diktirdi. (Tam Taksim’e de diktiriyordu ki, iktidardan düştü ve heykelin sadece kaidesi kaldı)
1950 yılına kadar böyle gelindi. 14 Mayıs 1950’de yapılan ilk özgür seçimlerde Demokrat Parti iktidara gelip Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes Başbakan olunca, durum değişti...
Muhalefette kalan eski Milli Şef İsmet Paşa bunun hazımsızlığı içinde Adnan Menderes’e kök söktürmeye başladı...
İsmet Paşa TBMM kürsüsüne istiklâl madalyasıyla çıkıyor (sonradan Demirel bana, “Her şeyi aştım ama İnönü’nün istiklâl madalyasını aşamadım” diyecekti), “Atatürk’ün arkadaşı” ünvanını da buna ekleyip Menderes’e kök söktürüyordu.
Menderes baktı ki ona rağmen bir şey yapmaya imkân yok, Atatürk’e sığındı.
Önce paradan-puldan İnönü’yü silip tekrar Atatürk’ü koydu, sonra da 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu (25/07/1951) çıkardı...
Ardından, dokuz yıldır tamamlanmayan Anıtkabir’i tamamladı ve onbeş yıldır Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrinde yatan Atatürk’ü Anıtkabir’e taşıdı...
Sanırım Menderes, Atatürk’ü İsmet Paşa’dan daha fazla sevdiğini birilerine ispatlamaya çalışıyordu. Fakat birileri bu görüntüden etkilenmeyecek, 27 Mayıs 1960 sabahında yaptığı darbe ile etkilenmediğini gösterecekti.
Meğer mesele “Atatürk’ü sevme” meselesi değil, ülkeyi kimin yöneteceği meselesiydi: Türkiye’yi seçilmişler mi yönetecekti, atanmışlar mı? Kavga hâlâ sürüyor.

Atatürk adını, ilk kez, ben altı-yedi yaşlarında bir çocukken, bizim köylü Çolak Maksut Dayı’dan duydum. (Çolak Maksut Dayı bizim köyün gerçek garibanlarındandı. Gençliğinde bir öğünlük kefal balığına dinamit atarken zamansız patlayan dinamit sağ elini bilekten götürmüş, çolak kalmıştı).
Yıl 1939 başları imiş. 1938'in 10 Kasım'ında Atatürk’ün öldüğünden Çolak Maksut Dayı’nın haberi yokmuş. Çünkü köyler radyosuz, gazetesizmiş. (Ayrıca elektriksiz, susuz, yolsuz, tohumsuz, topraksızmış da, ama bu tür yokluklar Ankara’nın umurunda değilmiş).
Çolak Maksut Dayı, o günlerde mısır tarlasını belliyormuş. Vakit öğleye geçince karnı acıkmış. (En iyi yemeği karayemiş yaprağında pişmiş hamsi ile iyice sulandırılıp çoğaltılmış ayranmış).
İçine mısır ekmeği doğranmış ayranı iştahla kaşıklayıp karnını doyurduktan sonra tek eliyle sardığı cigarayı tellendirip duman püskürtürken, keyiflenmiş. O keyifle “Oy oy Fadime”li bir türkü tutturmuş...
Meğer Jandarmalar, karşı mahallede Hasan Reis’in (kendileri benim büyük amcam olur) avlusunda oturuyorlarmış. Çolak Maksut Dayı’nın türküsünü duymasıyla Jandarma Onbaşısı yerinden sıçramış: “Nedir bu?”
“Türkü” demiş Hasan Reis, “bildiğiniz Laz türküsü.”
“Türküyü sormuyom, türkü çığıran edepsizi soruyom.”
"Bizim Çolak," demiş Hasan Reis, “karnı doydu mu keyiflenir. Anlaşılan bugün de karnı doymuş.”
Jandarma Onbaşısının suratından düşen kaldırım taşı sanki; sert duruş, sert bakışlar: "Çağır gelsin."
Rahmetli Çolak Dayı’nın sesi güzelce ya, Onbaşının sese vurulduğunu sanmış Hasan Reis, türkü söyleteceklerini düşünmüş. Çağırtmış Çolak Dayı’yı.
Meğer Onbaşı’nın derdi başka imiş. Çolak Maksut Dayı toprağa bulanmış yalın ayakları, kırk yamalı pantolonu, yırtık-pırtık kasketiyle Onbaşı’nın karşısına asker duruşuyla dikilir dikilmez basmış silleyi, basmış ardından dipçiği. Yer misin, yemez misin! Köylünün gözlerinin önünde evire-çevire dövmüş. Döverken de bağırıyormuş: “Atatürk öldü, sen nasıl türkü çığırırsın!” diye.
Dövmekle de yetinmeyip karakola götürmeye kalkmışlar. Hasan Reis yalvar-yakar olmuş Onbaşıya. Karakola götürülmekten zor kurtarmış garibanı. Götürselermiş bitirirlermiş.
Çolak Maksut Dayı, o gün öyle ürkmüş, öylesine korkmuş ki, aylarca evden çıkmamış. Öylesine etkilenmiş ki bu olaydan, o günden sonra, aylarca ağlamış Atatürk’ün ölümüne!
“Ulusalcı”ların “Ergenekon” kanadından bazıları, “Atatürk’ü sevme suçu”ndan içeri alındıklarını söyleyince, Çolak Maksut Dayı’yı hatırladım. Allah rahmet eylesin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi