Arz-talep dengesinin dengesizliği
Arz-talep dengesi, ekonomik bir durumu izah etmek üzere üretilmiş bir kavram... Ekonomi içinde sosyal ve ahlaki boyutuyla bir tartışma konusu aynı zamanda. İşin uzmanı olmadığım için o tartışmaya girmeyi doğru bulmuyorum. Ancak hayatın diğer alanlarında yol yöntem belirlenirken arz-talep dengesinin öncelikli belirleyici olmasına itiraz etmekten elbette geri duracak değilim. Bu benim hakkım. Bu aslında her insanın, her bireyin, her 'vatandaş'ın en temel haklarından biri...
İnsanların arz-talep dengesi gerekçe gösterilerek kendilerine dayatılan pek çok şeye sessizce rıza gösterir hale geldiğini görüyoruz oysa. Arz-talep dengesi, hele de toplumun ruh sağlığı, hayat kalitemiz, varlık bilincimiz söz konusu olduğunda kesinlikle sorgulanamaz bir şey değil. Aksine sorgulanabilir ve sorgulanması gereken bir şey!
Bir önceki yazıda televizyonda film izlemekle girmiştik bu konuya, oradan devam edelim. Televizyonlar yayınlayacağı filmleri seçerken, bir izleyici profili genellemesinden yola çıkıyorlar büyük ölçüde. Bu profil tanımına bilimsel araştırmalarla ulaşıyor da olabilirler. Burada tartışmaya açılması gereken şey; bilimsel bir yoldan ulaşılmış da olsa, yanlışı doğrulayan bir sonucun kabul edilip edilemeyeceği meselesidir.
İnsanoğlu yüzyıllar boyunca mesela eğitimin gereğini neden hiç tartışmamıştır: Çünkü hayatımızdan epeyce zaman almasına, büyük maliyetler ortaya çıkarmasına, hiç ekonomik olmamasına rağmen eğitim insanoğlu için bir "doğru"dur. İnsan ancak eğitimle kendi rutin sınırlarının üstüne çıkar, zenginleşir, olgunlaşır, hayata katkı sağlayabilir. Bu sebeple eğitimle ilgili pek çok şeyi tartışabiliriz, ama eğitimin gereğini tartışamayız, müfredatı sadece öğrencilerin keyfine göre ayarlayamayız, sorumluluklarımızı da unutamayız.
Kitleye dönük yayıncılığın da bazı sorumlulukları olduğu bir gerçektir. Yapılan işin bir mali portresi elbette vardır, ama yayıncılığı asla sadece ticaretin bir aracı olarak göremeyiz. Ticari gereklerin, mutlaka "doğru"ya bağlı kalınarak yerine getirilmesi lazımdır. Toplumun zararına olan getiri, uzun vadede hiç kimse için "kâr" değildir.
Maalesef bugün yayıncılık stratejileri kötü örnekler üzerinden ilerlemeyi seçiyor. Bu yanlış gidişatın insanların ruh ve zihin sağlığına, toplumun sosyal bilincine ciddi hasarlar verdiği rahatlıkla görülebiliyor. "Toplum bunları istiyor" savunması boş bir nakarattır.
Toplum kendi kültüründe olmayan, bugüne kadar Türkçe karşılık bile bulunamayan reality şovları mı istiyor? Toplum beşinci sınıf aksiyon filmlerini, vıcık vıcık duygu sömürüsü yapan ve içinde adam gibi haber olmayan haber bültenlerini mi istiyor? Ne zamandan beri? Bu arz yayıncılara ait, orası kesin! Ama bu talep toplumun isteklerinden doğmuş değil! Bu dejenerasyonun sorumlusu en önce toplumsal sorumluluklarını unutan yayıncılardır. Dünyada tutmuş ne kadar yoz yayıncılık projesi varsa sorgusuz sualsiz devşiren, bu ülkeye getiren, toplumu doz doz uyuşturarak bu saçmalıklara alıştıran yayın anlayışlarıdır.
Toplumun hiç suçu yok mu peki? Var, elbette var, biz başlatmasak bile bu sonuç hepimizin eseri. Bu ucuzlatma hamlelerine, bu yozlaştırma operasyonlarına hiç direnmeden değerlerimizden hemen vazgeçtik. Bugün kalitesizliğe karşı çıkanların sahipsiz kalmasının nedeni toplumun büyük çoğunluğunun kalitesizliği sahiplenmesidir. Bugünün savaşlarında toplumlar böyle kaybediyor işte!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.