Kan-can, bayrak-toprak
Bizim nesil (68 kuşağı) hamaset edebiyatı eşliğinde yetiştirildi…
Kalecik İlkokulu’nun eşiğini geçip “okullu” olduğum gün, farklı bir dünyanın eşiğini geçtiğimi fark etmemiştim.
Aile içi eğitimle okulun verdiği eğitim arasındaki çelişkinin kaynağını kavrayana kadar yıllar geçti. Aile, ayaklarımın üzerinde durabileceğim gerçek bir zemin oluşturmaya çalışırken, okul, hamaset edebiyatıyla işi götürmeye çalışıyordu.
Sadece matematik somut verilerden söz ediyordu. Diğer kitaplarımızın tamamı bir “övgü edebiyatı”ndan ibaretti.
Hatta harf inkılâbı gibi son derece somut bir değişiklik dahi gerçek mahiyeti ile anlatılmıyor, “okuma yazma kolaylığı sağlaması” gibi, kısmen romantik izahlar yapılıyordu.
Yerli Malı Haftası’nda elma-armut gibi yöresel meyveler dışında sergileyecek bir şey bulamadığımız halde, öğretmenimizin “sanayileşme hamlesi”ne ilişkin övgülerini hayranlıkla dinliyorduk. Kalkınmaya örnek olarak gösterilen deliller, insana tebessüm ettirecek kadar havai idi: “Sıvas’ta bir silo”, “Alpulu Şeker Fabrikası” ve “çubuk Barajı”. Kitaplarımız bu “tesis”lerin fotoğraflarıyla doluydu.
Yine de Başöğretmen Hikmet Bey, her bayramda merdivenin en üst basamağında dikilir, bacaklarının üstünde yaylanarak Türkiye’yi övmeye başlardı…
Düz konuşmanın âciz kaldığı yerleri şiirlerle süsler, kimi lirik, kimi hamasi şiirleri ardı ardına dizerek bizi etkilemek isterdi. Elbette ki etkilenirdik. Etkilenmeseydik Genelkurmay Başkanımız gazetecilere o “kan”lı, “can”lı dizeleri okur muydu?
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır;
“Toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır.”
Sivil okullarda okuduğumuz halde, okul hayatımız, bu tür şiirlerle her fırsatta “Onuncu Yıl Marşı”nı koro halinde söyleyerek geçti. Ankara-Sivas demiryolunu hayalimizde genişletip tüm Anadolu’yu saran “demir ağlar”a dönüştürdük.
Derslerimizde başarılı olmak, biraz da bu tür şiirlerle marşlar ezberlememize bağlıydı. Doğrusu sesim gür olduğu için de, her bayram mutlaka merdivenin en üst basamağından Behçet Kemal’den “Atatürk” şiirleri okurdum:
“Seninle gönüller her an temasta/ Atatürk’ dendi mi doğrulur hasta,
“Atatürk’ dendi mi dolar gözümüz/ Atatürk, Atatürk’ bu, baş sözümüz…
“Adın besmeledir her işimizde/ Açan al gülümüz her sonbaharda,
“Yarın bir iskelet olsak mezarda/ Atatürk’ çığrışır kemiklerimiz.”
Evde de zaman zaman bunları okurdum. Okudukça coşar sesimi büsbütün yükseltirdim. Başım göklere ererdi. Bir gün babam da duymuş. Yanıma geldi. Sevinecek sanmıştım, ama durgundu. Yüzüme derin derin bakarak, “Güzel övüp övünüyorsun” dedi, “ama Türkiye hâlâ şu elindeki kurşun kalemi bile yapamıyor.”
Gayri ihtiyarı elimde unuttuğum kurşun kalemin üzerindeki yazıyı kekeledim: “Made in Chechoslovakia”. Türkiye 1955’lerde bile kurşun kalem yapamıyor, komünist çekoslovakya’dan ithal ediyordu. “Kafama dank etti” derler ya, öyle oldu. Hamaset edebiyatıyla gerçek arasındaki çelişkiyi birden fark ettim.
Genelkurmay Başkanımız, bir grup lise öğrencisinin kanlarından oluşturdukları bayrağı gösterirken ve kameralara bakarak, Mithat Cemal’ın, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/ Toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır” dizelerini okurken, ben bunları düşünüyordum.
•
Hadi diyelim ki, her şairin zaman zaman başına gelen şatahat (kendinden geçme hali), Mithat Cemal Kuntay’ın da başına gelmiş ve İstiklâl Savaşı’mızın hicranıyla sarsılıp, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır/ Toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır” demek suretiyle “kan”la bayrağı, “can”la toprağı bütünlemiş.
O günün şartlarında çok da duruma uygun, yürek hoplatıcı, coşturucu, diriltici olmuş. Şimdi bize ne oluyor ki, “kan” ve “can” edebiyatında varlık arıyoruz?
Elbette şiirler insanı etkiler. Ama bir millet “kan” ve “can” edebiyatıyla kendini sonsuza taşıyabilir mi?
Gençlerimizi “kan” ve “can” coşkusuyla, tutkusuyla değil, akıl-mantık, ilim-irfan, iman-ahlâk eksenli bir dinamizmle yetiştirmeliyiz.
Başta sevgiyi, saygıyı öğretmeli, çaba ve başarı arasındaki ilişkiye dikkatlerini çekmeli, hayatın yarış, yakarış ve tırmanış olduğunu anlatmalıyız. Ve onları bir amaca kilitlemeliyiz. çünkü gençlerimiz dünya gençleriyle şiir okuma yahut “kandan bayrak yapma yarışması”na değil, kalkınma, gelişme, daha çok üretme, daha çok satma ve kazanma yarışına girecektir.
Hayat son derece acımasızdır. Romantik kaygılar içinde yetişen gençleri ezer, öğütür. Kendini ezdirmeyecek gençlere ihtiyacı var Türkiye’nin.
Türkiye, (en masum duyguları dikkate alarak söyleyeyim) romantik kaygılarla kanlarını bayrak yapan gençlerden çok, üretimi arttırmaya kafa patlatan gençlere muhtaçtır. Büyüklerimiz de gençliği bu yöne teşvik etmelidirler.
Gençlerimiz kanlarını bayraklaştıracaklarına, gazilerimize kan yetiştirmekte zorlanan Kızılay’a bağışlasalardı, kuşkusuz ülkeleri için daha önemli bir iş yapmış olurlardı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.