Eski dünyamız, eski bayramlarımız
Bazı bayramlarda padişahlar halka açık büyük şenlikler düzenlettirirlerdi...
Bunlardan birisi de 25-28 Nisan 1866 tarihinde Sultan Abdülaziz’in düzenlettiği şenliktir.
Kurban bayramında yapılan bu şenlik gösterileri öğleden sonra başlamıştı.
Haliç’te Galata Köprüsü ve Sarayburnu’nda düzenlenen şenliklerde İstanbul esnafı çeşitli hünerler göstermiş, orta oyuncuları, usta hayalbazlar ve meddahlar çeşitli semtlerde halkı eğlendirmişlerdi.
Bu tür şenliklerde güreşçiler önemli yer tutardı.
Osmanlı bayramları her çağda yabancıların dikkat odağı olmuş, gördüklerini ballandıra ballandıra yazmışlardır.
Buna geçmeden önce, 14 yıl boyunca Avrupa’daki Türk topraklarını ve Anadolu’yu gezen Kralın Saray Nazırı Jacques de Villamont, 1596 yılında yayınlanan “Les Voyageurs du Seigneur Villamont” (Bay Villamont’un Yolcuları) isimli eserinde İstanbul’un fethiyle ilgili olarak şöyle diyor:
“Bizans’ın yıkılması mukadderdi. Zira Bizans’ı kuşatan Türkler ahlâkın, Bizans’ı savunanlar ise ahlâksızlığın temsilcileri idiler... Türkler fetih gününe gelinceye kadar bu hedefe kendilerini hazırlamışlardı. İdealleri buydu. Surların içindekler ise idealsizdiler.”
Burada konu dışına çıkıp, Jacques de Villamont’un övdüğü “Osmanlı ahlâkı”nı hâlâ temsil edip etmediğimizi ve çocuklarımızı hâlâ bir “ideal”e göre yetiştirip yetiştirmediğimizi sormama lütfen izin verin.
Şimdilik kaydıyla bu parantezi kapatıp aynı yazarın bayrama ilişkin bir tespitine geliyorum, diyor ki:
“Her kimin bir düşmanı varsa gidip ondan af dilemekle yükümlüdür. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecbûriyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esasa riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkkî edilirler.”
Düşmanlıklarımızı, kinimizi, nefretimizi bilemekten bayram yapmaya sıra gelmiyor. Çünkü asıl bayram incittiğimiz yüreği kazanmaktır. Asıl bayram kin tufanı gibi esmek değil, sevgi güneşi gibi herkesi ısıtmak ve ışıtmaktır.
Du Loir isimli başka bir Fransız yazarın tespiti de şöyle:
“Türkler herhangi bir intikâm hissi beslemekten son derece çekinirler: Dînlerinin bu husûsa âit bir hükmü mûcibince cum’a namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdetâ îlân etmek durumundadırlar.
“Aksi taktirde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için genel bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında musâfaha ederler ve küçük olan büyüğünün elini öptükten sonra ellerini başlarına götürüp ‘Bayramın mübârek olsun!’ derler.”
Bayramlar “müşterek sevinç ve barış günleri” olmak yerine “tatil günleri” olmaya, daha doğrusu böyle algılanmaya başlandığından beri, en yakınlarımızla bile yüz yüze bayramlaşmayı unutmuşuz.
Hatta çoğu zaman telefon etmeyi unutuyoruz...
İhmal ediyoruz...
“Amaaan sen deee” gibisinden geçiştiriyoruz.
Bir telefon mesajı, soğuk bir mail yetiyor.
Bunlar tebessüm eşliğinde dillendirilen yüz yüze tebrikin yerine geçebilir mi?
Hangi mesaj insan sesindeki sevgi titreşimlerini, gülümsemedeki şefkat duygusunu yansıtabilir?
Yok be dostlar, biz böyle değildik, enikonu bozulduk, “öteki”lere benzedik!
Sözün tam burasında İtalyan asıllı Fransız devlet adamı Henri A. Ubicini’yi dinleyelim:
“Cum’a günleri veya bayram günleri babalar çocuklarının ellerinden tutup dışarıda gezdirirler. Evlâdının yorulduğunu gören bir baba onu omuzlarının üzerine oturtur.
“Büyükler çocuklarla çok derin bir şefkatle konuşurlar. Aynı zamanda çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip ederler.
“Çocuğun yanında bulunan gençler ve ihtiyarlardan tiryaki olanlar sigaralarını bırakırlar, onlar da çocuğa gülümserler ve ileride millet ve memlekete faydalı bir kimse olması yolunda temennî ve teşvîklerini dile getirirler.”
Hava kirlenmesi, çevre kirlenmesi, sigaranın zararları gibi konuların bilinmediği bir dönemde, sırf çocuğa kötü örnek olmamak için sigaralarını bir yana bırakan duyarlılığa dikkatinizi çekmek ve bu duyarlılığın neresinde bulunduğumuzu sormak istiyorum.
Onaltıncı yüyılda Osmanlı Devleti’ni ziyaret edip yıllar yılı inceleyen Ubicini’nin bir başka tespiti ile yazımızı noktalayalım:
“İslâm memleketlerini gezdim. Barbar dediğimiz Müslümânların şehirlerinde ne kaba kuvvet, ne de cinayet gördüm. Herkesin hakkına saygı gösteriyorlar. Gariplere yardımcı oluyorlar. Büyük-küçük, Hıristiyan-Yahûdî veya Müsliman, hattâ dinsiz fark etmiyor. Herkes aynı adalet ve merhametle muamele görüyor.”
Kaybettiğimiz değerlerle buluşup kendimizi bulmak ve kendimize gelmek için daha ne bekliyoruz?
Bugün aynı zamanda “Dünya İnsan Hakları Günü”dür. Zayıfların ezilmeyeceği, hak ve hürriyetlerin herkes için aynı anlamlar ifade edeceği mutlu günlere ulaşma dileğiyle bayramınız tekrar mübarek, “Dünya İnsan Hakları Günü”nüz de kutlu olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.