“Yok o sarı saçlar artık!..”
Müdür muavini olarak yeni atandığım okuldaydım.
Eğitim sezonu açılalı üç haftayı geçmişti.
O gün...
Teneffüste, bir çocuk çekti dikkatimi.
Bahçedeki sararan kavak yaprakları gibi;
Saçları, yüzü sapsarı...
Bana doğru baktığında fark ettim ki...
Gözlerinin içi de sarıydı.
Bir kenarda mahzun, öyle duruyordu.
Ya oyuna almıyorlardı onu ya da oynamak istemiyordu.
Veya...
Öyle galiba;
Oynamaya tâkati yoktu.
Öğrencilerimden birinin ağır hasta olduğunu duymuştum...
Enes...
O muydu?..
Sordum:
“İsmin ne oğlum senin!..”
Duyulur duyulmaz bir sesle karşılık verdi:
“Enes öğretmenim!..”
Evet, oydu...
Hebatit B hastalığına yakalanmış olmasından dolayı üç haftadır okula gelemeyen Enes.
Üç hafta boyunca, Ankara'daymışlar...
“İyileşmiş mi acaba?” diyerek gözlerinin içine baktım...
Mutsuzdu.
Dalgındı.
“Öğretmenim ben gidiyorum!..” der gibiydi...
Öyle...
Ümitsiz bakıyordu.
Zil çaldığında yerinden kalkı, Enes...
Gitti...
O sınıfına, ben odama...
Enes'i ilk ve son görüşümmüş meğer...
O gün, evde ağırlaşmış çocukcağız...
Ağzından burnundan kan gelmiş...
Ankara'ya koşturmuşlar...
Fayda etmemiş.
Ertesi gün, okul bahçesinden görünen evlerinin önüne belediyenin cenaze aracı yanaştı.
Kalabalıktı aile; ağabeyleri, ablaları, kardeşleri...
Annesi, vefat etmiş nice zaman önce...
Lâkin oradaydı, öyle hissettim...
Enes.
Bir kuş gibi hafifti tabutun içinde, uçarcasına gitti...
Ertesi gün,
Öğrenci kayıt defterinin otuzüçüncü sayfasında bulunan “ayrılış nedeni” bölümüne not düşmem gerekiyordu...
“Ölüm!..” dedim
“Ölüm!..”
¥
Enes'in ablası dördüncü sınıfta okuyordu.
İzledim;
Kardeşinin vefatından bir hafta sonra gelebildi.
Başı öndeydi, durgundu...
Ne diyebilirdim ki...
Birkaç dize döküldü dudaklarımdan:
“Bu günü düşünürüm,
Dün geçti, yarın var mı?..
Gençliğe de güvenmem,
Ölen hep ihtiyar mı?..”
¥
Birkaç dize “teselli” diye...
Birkaç dize yeter mi “teselli”ye.
¥
Ölen ölür, zaman durmaz...
Yürür.
Aradan hayli zaman geçmiş, kış yüzünü iyiden iyiye göstermeye başlamıştı.
Karla karışık yağmur yağıyordu.
Elimde donan şemsiye başımı koruyordu ama, dizden aşağısının sırılsıklam olmasına engel olamıyordu.
Hızlı adımlarla okula doğru yürürken, Küçük Yeter'i gördüm...
“Yeteeer” diye bağırdım...
Yerdeki başını şöyle bir kaldırdı...
Bana doğru baktı...
Bu kez hafifçe seslendim:
--Yeter, kızım, nereye gidiyorsun!..
--Kardeşime öğretmenim...
Kardeşime gidiyorum.
Saçları ıslandı mı?..
Üşüyor mu?..
Bir bakayım!..”
¥
Ben donup kalmışım, o yürüyor...
Koştum, yetiştim...
Beraber gittik, kabrin başına...
Elimdeki şemsiyeyi minik kabrin üzerine getirdim..
Ve toprağa sapladım.
Sonra da;
“İşte rahmetli kardeşin Enes şimdi ıslanmıyor, üşümez artık!..” dedim...
Hayli zaman geçtiğinde...
Bakarak gözlerinin içine...
“Tamam artık, yağış dindi...
Kardeşin de hem ısındı hem sevindi!..” dedim.
Yeter, mutlu olmuş gibiydi...
Gözleriyle “Gidelim öğretmenim” karşılığını verdi.
O önde, ben peşinde...
Okula yöneldik...
Dönüş yolunda...
Bir şeyler söylemek istedim...
“Beden fâni...
Ruh ebedi!..
Beden yok artık...
Yok, o sarı saçlar artık!..”
Demek istedim de...
Söyleyemedim Yeter'e.
...
Yüreğine sağlık Hüseyin Köse Hocam.