Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

'Mahalle baskısı' mı, devlet baskısı mı?

'Mahalle baskısı' mı, devlet baskısı mı?

Sahi, başörtüsü “simge” mi?..
O “simge” de; namaz, oruç, hac, zekât, kelime-i şahadet gibi, Müslüman’ın inanç belgeleri “simge” değil mi?
Bugün “Başı kapalılar, zaman içinde bizim de başımızı zorla kapatabilirler” ihtimalini dikkate verip, “mahalle baskısı” diye yırtınanlar, yarın, “şu namaz kılanlardan, oruç tutanlardan, hacca gidenlerden rahatsız oluyoruz, ileride bizi de bunları yapmaya zorlayabilirler” diyerek namazın, orucun, haccın yasaklanmasını istemeyecekleri ne malum?
Maksat bağcı dövmek olduktan sonra…

En belirgin “simge” hiç kuşkusuz ezandır! Sabahları, uykunun en tatlı yerinde, “Haydi namaza… Namaz uykudan hayırlıdır… ” diye bağıran binlerce müezzin, aynı zamanda bu sesin yankılandığı ülkeleri “Müslüman ülke” ilân etmiş oluyorlar. Bu yüzden ezan “şeair”den sayılır.
“Şeair”, yani “alâmet-simge”… üstelik “türban”dan daha belirleyici bir “simge”… Peki ne yapacağız? Onu da mı yasaklayacağız?
Zihin tazeleyelim: Yasaklamamış mıydık?..
Acı mı acı günlerin hikâyesine gelmeden önce, Yahya Kemal’in o muhteşem “Ezan-ı Muhammedî” isimli şiirinden bir parça okuyalım…
“Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedî / Kâfi değil sadâna Cihan-ı Muhammedi.”
“Sultan Selim-i Evvel'i râm etmeyip ecel / Fethetmeliydi âlemi Şan-ı Muhammedi.”
“Gök nura garkolur nice yüzbin minareden / Şehbal açınca Ruh-u Revan-ı Muhammedi.”
“Ervah cümleten görür Allah-ü Ekber'i / Akseyleyince arşa, Lisan-ı Muhammedi.”
Biliyor musunuz, CHP’nin rakipsiz iktidar olduğu, Cumhurbaşkanı ve Genel Başkan İsmet İnönü’nün “Millî Şef” olarak ders kitaplarına geçirildiği günlerde (1942), Yahya Kemal, bu şiirinden dolayı sürüm sürüm süründürülmüş, hatta yurtdışına çıkma yasağı konmuştu.
özellikle, “Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedî / Kâfi değil sadâna cihan-ı Muhammedi” mısraları “laikliğe aykırı” bulunmuş ve Yahya Kemal aleyhine bu nedenle dava açılmıştı.
Bildiğiniz gibi, o tarihte “Muhammedî ezan” okumak yasaktı. Müezzinler “Allahûekber” yerine “Tanrı uludur” diye bağırıyordu.
1932 yılında başlayan bu yasak, 17 Haziran 1950’ye kadar tam 18 sene sürdü. Daha da sürerdi, ancak CHP’nin fırsatı olmadı: Yapılan ilk demokratik seçimde (14 Mayıs 1950) devrilip gittiler.
Devrilip gittiler, ama zihniyet olarak yaşıyorlar. Yaşıyor ve kimi zaman “simge” diye, kimi zaman “mahalle baskısı” diye, kimi zaman “irtica” diye saldırıyorlar.
Şimdiki CHP’nin Genel Başkanı Sayın Baykal, “Başörtüsünü serbest bırakalım” diyen Başbakan’a “Suçüstü yakalandın” diyor. “Suç” saydığı şey, başörtüsü serbestliği! Bu hesapça kadın nüfusumuzun yüzde yetmişten fazlası “suçlu!”...
Sadece kadınlarımız “suçlu” değil, erkek nüfusumuzun yüzde seksen beşi oruç tuttukları için, yüzde yetmiş civarı namaz kıldıkları için, yüzde bilmem kaçı hacca gittikleri, zekât verdikleri, kelime-i şahadet getirdikleri için “suçlu!”
Kadın ve erkek tüm nüfusumuzun yüzde doksandan fazlası da “Ezan-ı Muhammedî”yi onayladıkları için “suçlu!”
Bu durumda ben kendimi ihbar ediyorum; beni de suçüstü yapın! Zira namaz, oruç, hac, zekât, kelime-i şahadet, ezan, Kur’an, kurban, fitre hepsi var bende…
Ve bunlar benim inancımın simgeleridir.

Benim istediğim Türkiye belli: İnsan hak ve hürriyetlerinin hâkim olduğu, inananla inanmayanın devlet nazarında eşit tutulduğu bir “demokratik Türkiye” özlemi içindeyim.
Peki ya Deniz Beyler, Ertuğrul Beyler, Bekir Beyler, Ruhat Hanımlar nasıl bir Türkiye istiyorlar?
“Ezan-ı Muhammedî”yi yasaklayan, camilere kilit vuran, kimisini satıp kimisini CHP merkezi, ya da banka ardiyesi olarak kiralayan bir Türkiye mi?
Dinin muamelât kısmını öğreten “Mızraklı İlmihal”in bile sebzeciler tarafından sebze küfelerinin altına saklanarak mü’min ellere ulaştırıldığı (950 öncesi) bir Türkiye mi?
İmam yetiştiren okullarla birlikte Kur’an öğreten kurslara da kilit vurulduğu için, zamanla cenazeyi kaldıracak imam bulmakta zorlanan bir Türkiye mi?
Sultanahmet Camii’nin resim ve heykel müzesi olarak kullanılmasını teklif edecek ortamı yaşayan bir Türkiye mi?
“Dinde reform” düşüncesiyle camilere, kiliselerde olduğu gibi, sıra ve mûsîki âletleri konmasını, “İlâhî mahiyetinde asrî ve enstrümantal mûsîki” icra edilmesini, hutbelerin filozoflar tarafından okunmasını, ayrıca camilere girişte ayakkabı çıkarılmamasını teklif eden bir Türkiye mi? (Bu teklif paketi, “Dinde Reform Lâyihası” başlığı altında, 1928’de henüz açık olan [1932'de kapatıldı] İlâhiyat Fakültesi’nin bazı hocalarına hazırlatıldı. Bu konu hakkında, O. Nuri Ergin'in Türkiye Maarif Tarihi isimli eserinin beşinci cildinin 1639-40-41. sayfalarında tafsilat var).
Ders kitaplarında Kur’an’ın, “Muhammed'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’ân denir...” şeklinde tarifi yapılarak, “Allah Kelâmı” olduğunun inkâr edildiği bir Türkiye mi?
Bu millet böyle bir Türkiye’yi 1950’lere kadar soluk soluğa yaşadı. Dersini aldı. Sırasını savdı. Bir daha yaşamayacak!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi