Araplar, Arap olmayanlar ve toplumsal hâfızanın tâmiri
“Şu sıralar Arap dünyasında en çok anlatılan fıkra” diye bir dostumun gönderdiği şu fıkrayı bir de siz okuyun: Bir gün üç Arap ülkesi lideri bir uçakta gidiyorlarmış, bir tanesi diğerlerine hava atmak için demiş ki; “Şimdi ben uçaktan bir çuval pirinç atsam, halkım bana bir hafta dua eder.” Yanındaki lider söze karışmış; “Ben bir çuval pirinç atsam halkım bana bir ay dua eder” demiş. Üçüncü lider de “Ben bir çuval pirinç atsam halkım bana bir yıl boyunca dua eder” demiş. Bütün bu konuşmaları duyan pilot dayanamamış, “Ben şimdi sizin üçünüzü de aşağı atsam, bütün Arap dünyası bana ömürleri boyunca dua ederler” demiş.
Hafta başında, Doha/Katar’da bir araya gelen Arap ülkeleri dışişleri bakanlarının, “Arap olmayan tarafların, Arap ülkelerindeki gelişmelere, yıkıcı bir şekilde karışmasından rahatsızlık duyuyoruz” açıklaması sonrası tam da fıkrada denildiği gibi, maalesef bu liderler, değil Arap âleminin, tüm İslâm dünyasının yüzünü kızarttılar.
Arap liderlerin Doha’da yaptığı çıkış ne bölgenin bünyesiyle, ne tarihî gerçeklerle ne de Arap sokaklarının sesi ile uyuşuyor. Bu kaotik çıkış, hem bugüne kadar Arap ülkelerinin İsrail ve ABD başta olmak üzere Batılı güçlere karşı duruşlarından dolayı havada kalıyor, hem de Gazze’de yaşanan katliâm sonrası âcizliklerinin Arap sokaklarındaki yansımalarını ve Türkiye’nin etkinlik artırımını örtbas etme telâşını gösteriyor.
Oysa zaten bir asır öncesine kadar, Osmanlı Devleti bölgede ‘kesrette vahdeti temin ediyor’, bin bir türlü eğilim ve arzusu olan Arapları ve Türkleri bir arada tutuyor, dünya zenginliklerinin beşiği bu bölgeyi sulh içerisinde idare ediyordu. Osmanlı’nın yıkılmasından ve hilâfetin kaldırılmasından sonra Arap ülkeleri dağılmakla kalmadılar, asırlarca mahfuz kaldıkları Batılı güçlerin entrika ve tertiplerine de mahkûm oldular.
Ondan sonra olan oldu. Türkiye’de ve Arap dünyasında ihânet furyası başladı. Mâziye, dîne, maneviyata, mukaddesâta… Bizi birbirimize bağlayan nûrânî ve manevî râbıtalar unutuldu, kırıldı, kopartıldı!
Şerif Hüseyin’in oğlu Mekke Mebusu Abdullah b. el-Hüseyin (1882-1951) gibilerin hâtıraları tetkik edildiğinde görülecektir ki ‘Arapların ihâneti’ masalı kurgulanmış tarihin toplumsal hâfızamıza acı da olsa şırınga edilmesinden başka bir şey değildir.
Şu sözler Kral Abdullah’ın: “Arapların Arap olmayan bazı Müslüman milletlerin egemenliği altına girmiş olmaları, söz konusu bu milletlerin İslâm’ın öğretilerine ve Muhammedî kardeşliğe boyun eğmelerinden dolayıdır.” (Biz Osmanlı’ya neden isyan ettik? Klasik yay., s.221)
Şu hezeyanlar da Tevfik Fikret’in: “Sade Türkten bir hükümet kurmamız lazım gelir! / Başka kavmi yurdumuzdan kovmamız lazım gelir! / Eski zamandan var bizim bir mezheb-i mahsusumuz! / Putperestliktir pederden mezheb-i mevrusumuz! / Ceddimiz ol Cengiz-i âkildir bizim! / Ceddimiz, cedd-i Hüseyn’e muâdildir bizim!”
Fikret’in mısralarındaki ‘densizlik’, maalesef münferit bir saçmalık değildir; zamanın idareci takımı da aynı hissiyâta ve inkârcı fikirlere sahiptirler. Bunun için yakın vakte kadar Türkiye Arap âlemine ve Ortadoğu’ya sırtını dönmüştür. Bu ihmâli de ‘Arap ihâneti’ masalıyla maskelemek istemişlerdir.
İsmail Cem’in bile bu fâsit yaklaşımı tespit ettiğini Perşembe günü Sabah’tan Soli Özel yazdı; şu cümleler kendisine âit: “Geleneksel dış siyasetin en büyük özelliği, tarih ve kültür bilincinin, hafızanın eksiği olmuştur... Geleneksel dış siyasette, paylaşılmış tarih sürecinin doğal ve kaçınılmaz bazı olumsuz kesitleri ve olayları ön plana çıkarılmış, birçok durumda alabildiğine abartılmıştır...”
İttihatçıların Türkleştirme (tetrîk) siyaseti, Cumhuriyet kadrolarının mâziyi ve manevî değerleri yok sayma anlayışı İslâm dünyasının iki kardeşini birbirinden derin fitnelerle ayırmıştır. Arap liderlerin son tavrı ise derin fitnelerin çözülme alâmetlerinin gün yüzüne çıktığı hengâmede ‘sahibinin sesi’ olmaktan başka bir kıymet ifade etmemekte.
Arap-Türk ilişkilerinin sağlıklı bir hâl alması için, kimi zaman yok sayılan, kimi zaman yanlış anlatılan Osmanlı’nın bölgedeki dört yüz yıllık tarihinin iyi bilinmesi gerektiği gibi, Cumhuriyet sonrası yaklaşımın esas dinamikleri de cesaretle masaya yatırılmalı. Arap milliyetçiliği konusunda uzman Zeine N. Zeine’nin ifade ettiği gibi “İslâm’ın gücü hâlâ siyasî-seküler ulusçuluğun gücünden çok daha büyüktür. Bu temel hakikat ne göz ardı edilmeli, ne de hesaba alınmazlık edilmelidir.” (Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu, Gelenek yay., s.122)
Arap liderlerin son çıkışı siyâseten talihsizlik olmuştur. Lâkin bu açıklama beklenenin aksine Arap ülkelerin sokaklarındaki Türkiye imajına kuvvet verecek ve Gazze sonrası İslâm dünyasında tetiklenen ‘toplumsal hâfızanın tamiri’ çalışmaları hız kazanacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.