Tunceli mi dediniz? Susmak daha kolay...
Geçen hafta içinde Tunceli’de gerçekleşen ve hâlâ devam etmekte olan sosyal dayanışma ve yardım hadisesi ekranlarda ve gazete köşelerinde tartışılmaya devam ediyor. İlk bakışta sosyal devlet anlayışının tüm ekonomik kriz dalgalanmalarına karşın işletiliyor oluşu hepimizi sevindirmiştir. Ama yardım ve destek dağıtımının seçim arefesinde sürüyor oluşu, herkesi ama özellikle muhalif kalemleri, teyakkuza geçirmiştir…
Mesele sosyal yardım esaslarının ve adaletin tesisinin sağlanabilirliği kısmını aşmış, seçim öncesi iktidar ve muhalefet kapışmasına kilitlenilmiştir. Maalesef kopan gürültü içinde elimizde ayrışan iki tez vardır: 1- CHP ve muhalif tavır, yardımlaşmanın seçimler öncesi oy avcılığına dönüştüğünü dillendiriyor. 2- AK Parti ve iktidar çevresi ise, CHP’nin bu tavrının sosyal yardımlaşma anafikrini durdurduğunu söylüyor… Bizlerse, her meseleye taraftarlık kulübesinden bakmaya dair o eski alışkanlığımızla; ya bunlar devlet imkanlarıyla oy depolamaya kalkışıyor veya bunlar var ya bunlar, halkın yararına ne varsa ömrü billah yolunu kesmişlerdir şeklinde kolaycı bir ikiye bölünmüşlüğü yaşıyoruz...
Bu tartışmayı yapanların neredeyse hepsinin tuzu kurudur. En azından, evimizdeki sıcak odamızın içinden konuşup duruyoruz. Oysa, yoksulluk zaten her yerde... Beyaz eşyayı geçelim, kirasını ödeyemeyen, ekmek ve makarna fiyatlarını pahalı bulan, bir dilim ekmeğin derdinde, hastasını hastaneye, talebesini okula gönderemeyen ailelerle iç içe yaşıyoruz. Semt pazarlarından ve çöplüklerden ekmek, meyve toplayarak hayatta kalmaya çalışan kimseler var... Ay sonunu zor getiren orta halliler, emekliler, yetimler ve kimsesiz ihtiyarlar var.
Uzun yıllardır bu insanlarımızla yaşayan ve değişik yardım projelerinde çalışan birisi olarak, son Tunceli tartışmalarında kaçırdığımız esasın; yoksulluk problemimiz olduğunu düşünüyorum. Yoksullukla mücadele konusunda kısa ve uzun vadede hazırlanmış çözüm önerileri, ne yazık ki siyasi arenaya konu malzemesi haline gelince, olan yine muhtaca ve yoksula oluyor...
Yardım fikrinin sadece sivil insiyatife, insanların vicdanına, kişisel merhamet algısına bırakılmasına karşıyım. Hayatta kalmaya dair azami sağlık, beslenme, sığınma ve ikamet olduğu kadar orta vadede eğitimin erişilebilir bir fırsata dönüştürülmesi gibi konularda devletin muhakkak vazifesi olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki bir takım liberal yazarların dile getirdiği gibi, sosyal dayanışmayı sadece sivil insiyatife ve vicdanlara bırakmak, meseleyi çözmüyor. Fakirlik ve sosyal adaletsizlik, toplumsal bir ur haline gelerek büyümeye devam ediyor...
“Sosyal eşitlik” kavramını kof bir ütopya ve imkansız bir varoluş gibi takdim eden liberal yazarların, sosyal eşitlik kavramının zaten varoluşsal manada tıpatıp eşitlik sistemi olmadığını bilmeleri gerekiyor. Sosyal eşitlik, hak anlamında ve yasa önünde eşit haklara sahip bireyleri hedefliyor oysa... İnsan hakları, vatandaşlık hukuku ve onuru noktasında, parasal gücü olmayanla parasal gücü olan arasındaki eşitlik ülküsü anlamındadır halbuki “sosyal eşitlik”… Bir servet düşmanlığı değil, bir adalet ve hukuk idealidir “sosyal eşitlik”... Bunu ileri sürmek için illa da Marksist, Sosyalist olmak gerekmiyor. Bizim hem devlet hem toplum geleneğimizde izi sürülebilir bir kavram olarak “sosyal adalet” ve “sosyal devlet” ilkeleri, ne yazık ki demode ve çağ dışı bulunur hale getirildi...
Adalet ve yardım fikri, elbette hukuka, vicdana, metafiziğe ve dine atıf yapan meseleler. Ne ki, bugünkü iktidar eleştirisini dini bir kavram olan “sadaka”ya negatif ve aşağılayıcı anlamlar yükleyerek yürütmenin bir faydası yok... “Sadaka” kavramını aşağılayan bir dil, tam tersine mevcut yardımlaşma konusunu sağduyu ile masaya yatırmaya niyetli, inançlı insanların önüne de duvar örüyor.
Ne diyor insanlar:
“Kardeşim, bu Tunceli’deki yardımların seçim öncesi bu şekilde dağıtılıyor oluşu, hiç hoş değil lakin baksana muhaliflere; “sadaka”, “din”, “ahlak” gibi değerlerimizle öyle alay ediyorlar ki, maazallah bunların elinden korusun Yaradan bizi. Hem baksana garip gurebanın yüzü de gülüyor, nereden gelirse gelsin, yardım gelsin de...”
Sonra perde kapanıyor. Ne yardımın içeriğinin bağlı olması gereken hukuk, etik kaideleri, ne yardımlar üzerinden oluşabilecek suistimalleri önlemeye dair sosyal girişimler, önlemler konuşulmadan... Konuşulamadan, herkes ağzını kapatıyor...
Muhalefetin ve muhalif yazarların dine ve dindarlara karşı olan agresif tutumu, önleyemedikleri yargılar, zaptedemedikleri öfke... Hukuka uygunluk ve şeffaflığa dair bir türlü kuramadıkları dil, hepimizin üzerine, dilsizlik tortusunu çökertiyor. Muhafazakar kesim yazarları da savunma psikoljisi gereği özeleştiri yapmaktan kaçınır hale geliyor... Aslında bunun adı toplumsal yozlaşmadan başka bir şey değil.
Sağcısı solcusu, muhafazakarı laiki, hep birlikte çöpü, halının altına saklayıp, üzerinde nutuk atmaya devam ediyoruz...