Dindarlıkta reform
Reform, yeniden şekillenme demektir. Dinde reform denilince bundan dinin yeniden şekillenmesi anlaşılır. Batıda Hıristiyanlık, bozulmalar sebebiyle reforme edilmiştir. Dinde reform konusu basınımızda zaman zaman gündeme getirilmektedir. Dinde reform tabirinden, bozulan bir dinin yeniden şekillenmesi anlaşılır. Ülkemizde söz konusu edilen dinde reformdan öncelikle kastedilen şey, İslam dininde reform yapmanın mümkün olup olmadığıdır.
Dinde reform konusuna girmeden önce, dinin ne olduğu, fert ve toplumsal açıdan işlevinin ne olduğu üzerinde bir nebze durmakta yarar vardır.
Din, insanları hem ruhsal hem de bedensel yönden disipline eden ilahî yol demektir. Âdem Peygamberden günümüze kadar devam eden bir olgudur din. Dinsiz bir millet yaşayamaz. Dinlerin en sonuncusu İslam dinidir. Onun peygamberi Hz. Muhammed Aleyhisselam’dır. Hz. Muhammed bize evrenin kitabı Kur’an’ı getirmiştir. Kur’an, insanların hayat ile bağlantısını güçlendiren, insanları hem dünya hem de âhiret hayatında mutlu kılan kurallar, ilkeler ve hükümlerle dolu bir kitaptır.
İslam dini aslında, kendinden önceki dinleri reforme etmiş, hayat, akıl ve maslahat çizgisinde, dünya ve ahiret çizgisinde toplumsal hayatın dengesini sağlayan inanç ve eylem yoludur. Getirdiği inanç ilkeleri ile, hayat ilkeleri çağ ile daima paralellik arz eder. Kur’an, bize İslam dininin temel kurallarını ve sabitelerini göstermiş, hayatın ilkelerini vermiş, yaşam için gerekli olan az sayıdaki hükümleri, indiği şartlara göre getirmiş, bunu bir örnek olarak sunmuş, gerisini insan aklına bırakmış; içtihadın kapısını ise ardına kadar açmıştır. Bunun anlamı şudur: İslam dini Müslümanların dünya işlerini yürütmelerinde her hangi bir engel koymamış, tersine bu alanda akıl yürüten, yorumlar getiren bilim ve fikir adamları ile devlet adamlarına bu çabalarından dolayı sevap da vermiştir. Yani İslam, aklı kullanmak suretiyle dünya işlerinin çözülmesini ibadet kapsamı içine almıştır. Bu alanda insanın aklına o derece özgürlük vermiştir ki, düşünce ve yorumlarında isabet edenlere iki sevap, yanılanlara ise bir sevap vermiştir. Böylece, İslam’da düşünce özgürlüğü zirveye çıkarılmıştır. Bu gün hiç bir din yada dünya sisteminde yanılanlara mükafat verildiği görülmemiştir. Bu durum sadece İslam dinine mahsus bir özelliktir.
İslam’da, düşünceye verilen özgürlük yanında kadınlara, çocuklara da hak ve özgürlükler verilmiştir. Köleler de insan olma noktasında önemli haklara kavuşturulmuş, özgürlüklerine kavuşturulmaları için teşvik edici unsurlar getirilmiştir. Farklı din ve inanç mensuplarına ise tam bir özgürlük tanınmıştır. İslam tarihi bunun örnekleri ile doludur.
İslam, hak ve hukuk getirmiştir. Onun bir adı da Hak’tır. Müslümanların yaşadıkları toplumlarda hukukun üstünlüğü ilkesi esastır. İlk Medine toplumundan itibaren günümüze kadar, Müslümanlar hukuk kuralları çerçevesinde yaşamışlardır. Devlet başkanından bekçisine kadar herkes ayni hukuk kurallarına tabi tutulmuştur. Dolayısıyla, gerek tarihte gerekse günümüzde büyük çoğunluğu itibarıyla İslam dünyasının bir hukuk toplumu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlk Müslümanlar hukuk düşüncesinde o kadar ileri gitmişlerdir ki, dünya tarihinde ilk defa hukuk usulü ilmini, noterlik hukukunu, devletler hukukunu nazarî planda ortaya koymuşlar ve muamelelerinde bu kurallara uymaya çalışmışlardır.
İslam’a göre, savaşmak hukuksal kurallara bağlanmış, köleler de kendi statüleri mahfuz kalmak üzere, insanî haklarına kavuşturulmuş, fıkıh kitaplarında onlara mahsus hukukî düzenlemeler getirilmiştir. Bunlar da inanç özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, can güvenliği, evlenme hakkı, boşanma hakkı, ticaret yapma, ilim öğrenme vb. haklardır.
İslam, aslında her çağda yaşayan insanların tüm gereksinimlerini karşılayacak ilkeler getirmiş, kurallar ortaya koymuştur.
Fakat ne yazık ki, Kur’an’ın getirdiği bu kurallar yaklaşık 11 asırdan beri işletilmemiş, akıl devre dışı bırakılmış, ilim adamı olarak nitelendirdiğimiz taklitçi âlimler daha önceki bilim ve fikir adamlarının ürettiklerini tüketmekle meşgul olmuşlar, belki onların düşündüklerini ezberlemişler; bu ürünleri yeni yetişen nesillere aktarmaktan öteye gidememişlerdir. Kelimenin tam anlamı ile taklitçilik başlamış, tabiri caiz ise sonradan gelenler rehavete kapılarak bilim ve düşüncenin altın devrini kopya etmeyi tercih etmişler ve bu şekilde hayatlarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Bunun yanında, şu noktaya da işaret etmemiz gerekir: Hızlı bir şekilde yayılan İslam, bu dine yeni giren toplumlardan etkilenmiş, eski dinlerden kalma bazı inançlar ve hurafeleri de bünyesine almıştır. Bu durum hem inanç kitaplarında hem de tefsir kitaplarında hem de ahlak kitaplarında olmuş, özellikle tasavvuf kültüründe daha fazla olmuştur. Türk dünyasında hâkim olan anlayış, tasavvuf çerçevesinde şekillendiği için, tasavvufta yer alan birçok yanlış bilgi İslam dinine mal edilerek dinde ve dindarlıkta değişik şekillenmeler olmuştur. İşte bugün Müslümanların önünde duran büyük sorun budur.
Ulu Allah’ın, son Peygamberi Hz. Muhammed’e gönderdiği bir İslam vardır, gerçek din işte budur. Bu dinin temel kitabı ise Kur’an’dır, onun açıklayıcısı da sahih sünnettir. İslam kültürü içine karıştırılmış bazı unsurlar da bulunmaktadır. Bunlar genellikle zayıf ve uydurma hadisler yolu ile ve kıssalar aracılığı ile kültürümüze girmiştir. Zayıf ve uydurma hadisleri bu kültürün dışına çıkarmak ve İslam’ı aslında nasılsa ona döndürmek gerekir. Bu ayıklanma sorunu çağımızda reform tartışmalarının odak noktasını teşkil etmektedir.
İslam’ın aslında reforma ihtiyaç yoktur. Çünkü İslam’a ait sağlam bilgiler temel kaynaklarda durmaktadır. Kur’an, hiç tahrif edilmeden elimize ulaştırılmış mükemmel bir kitaptır. Sünnet ikinci dereceden kaynaktır. Sünneti Kur’an’da ki ilkeler doğrultusunda anlamak ve ayıklamak mümkündür. Akıl bu iki temel kaynağın en geniş alanı kapsayan üçüncü bir unsurdur. Sonsuz olaylar zincirinde, akıl toplumun din-dünya bağlantısını sağlayacak güce sahiptir. Kur’an, sahih sünnet ve akıldan oluşan bu üçlü, İslam dininin temel taşlarıdır. Bu temel taşların bulunduğu yerde aslında bir sorun bulunmamaktadır. Nitekim İlk Müslümanlardan Sahabe ve Tabiûn bu temellere dayanarak İslam dünyasını en ileri derecede bir dindarlık düzeyine kavuşturmuşlar, hatta bu sayede diğer toplumları da etkileyerek İslam’a katılmalarına vesile olmuşlardır.
Çağımızda asıl sorun, İslam dininin kendisinde değil, temel kaynaklarında değil, belki bu kaynaklara ulaşıp bunları doğru anlamaktadır. Dinin alanına girmeyen bir çok şey bu alana girince, tabiri caizse, büyük bir şişme olmuştur, toplumun yükü ağırlaşmıştır. İşte günümüzde ağırlaşan bu yükün hafifletilmesi gerekir. İslam’ın temel kaynaklarına inilerek yoğun bir bilimsel çaba ile eğer İslam doğru anlaşılabilirse, sorun kökünden çözülür.
İslam’da herhangi bir reforma ihtiyaç yoktur. Sadece din anlayışının reforme edilmesi, metodun değiştirilmesi ve ilk Müslümanların kullandıkları metodun çağımızda daha etkin bir şekilde ve de geliştirilerek kullanılması gerekir. Bu yapılabilirse İslam-toplum bağlamında hiçbir sorun kalmaz, ağır yükler hafifletilmiş olur; çağ ile İslam yeniden en etkin bir biçimde buluşturulmuş olur. Çünkü İslam’ı bir güneşe benzetirsek, toplum ile güneş arasına kara bulutlar girdiği için, güneşi göremez olduk, onun ışığından yararlanamadık ve dünyayı hep bulutlu bir ortam olarak sandık. Bu bulutlar dağıtılabilirse güneşi yeniden görüp ondan direkt olarak yararlanmak suretiyle gelenekleşmiş din anlayışımızı reforme etmemiz gerekir. Bunun için toplumun İslam’a, İslamî ilimlere ve İslam bilim adamlarına sahip çıkması, örneğin bir İslam düşüncesi Enstitüsü, bir bilim konseyi gibi kurumlar kurarak bu hizmetin gerçekleştirilmesi yolunda büyük adımlar atması gerekir.
Sonuç olarak şunu ifade etmeliyiz ki; İslam’da reforma ihtiyaç yoktur, fakat Müslümanların İslam’ı algılamasında reforma ihtiyaç vardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.