Muhasebe bâbında...
Bazı rakamlar, daha doğru bir deyişle “aded”ler, her nedense ayrı bir mânâ, dahası, önem taşır bizim için. Bir kısmı “mistik”, hatta kimi zaman “kutsal” bir mânâ, dolayısıyla değer atfedilen rakamlar/adedlerdir.
Sözgelimi 7, 9, 40, 41, 33, 99 ve ilâ âhir gibi... Bir kısmı ise yalnızca, deyim yerindeyse, “yuvarlak” oldukları için bir tür “eşik” kabûl edilir. Sözgelimi, 10, 25, 50, 75, 100, 250 ve ilâ âhir gibi... Bir şirketin 10. yılı, nedendir bilinmez ya da tam da işte bu sebebden dolayı 12. yılından, 25. yılı, 27. yılından daha önemliymiş muâmelesi görür. Hâlbuki, zamanın akışı açısından bakıldığında daha -deyim yerindeyse- “kıdemsiz”dirler.
Bu, kiminize belki de biraz tuhaf gelecek olan girizgâhımın sebebi, bugün şerefli Vakit gazetemizde 250. yazımı yazıyor olmam.
Demek ki 125 haftadır, yani iki yılı biraz aşkın bir süredir şerefli Vakit gazetemizde huzurlarınıza arz ediyorum hislerimi, düşüncelerimi, görüşlerimi, korkularımı, heyecanlarımı ve sevinçlerimi.
Geriye dönüp baktığımda, bir başka deyişle, bana bir şekilde ulaştırma nezâketini gösterdiğiniz düşüncelerinizin ve tenkidlerinizin ışığından istifâde ederek bir değerlendirme yaptığımda, genel olarak birbirimizden memnûn ama çok daha önemlisi, râzı olduğumuzu tesbît edebildim, elhamdulillâh.
Bazı keskin/sivri, daha doğrusu pek alışılagelmedik/benden beklenmeyen biraz da aykırı görüşler serdettiğimde kiminizden çok ciddî ve sert tepkiler geldi. Bir kısmı -ama yalnızca pek azı!- hakîkaten o konuda hemfikir olmamanın, hatta taban tabana zıt bir kavrayışta olmanın ürünüydü. çoğu, besbelli ki maksadımı tam olarak anlatamamış olmam ya da asıl demek istediğimin, kimi zaman bir türlü gemleyemediğim, nev’i şahsına münhasır, dikine perdâh mizah anlayışım tarafından iyice perdelenmiş olmasından kaynaklanan, kısmen hatta bazan tamamen yanlış anla(şıl)maların ürünüydü. Elbette ki kullanmayı tercîh ettiğim üslûbun, seçtiğim kelime ve deyimlerin, hatta imlânın bu yanlış anla(şıl)malara katkısı çok oldu. Zaman zaman sizlerden, “Ne olur daha açık ifâdelerle, hemen kolayca anlayabileceğimiz kelimeler kullanarak ve bu kadar uzun cümleler kurmadan yazmaya gayret et! Seni okurken yoruluyoruz; hatta değil yazının, cümlenin sonuna geldiğimizde başını unutuyoruz ve bu yüzden de yazdıklarını anlayabilmek için ya birkaç defa okumak zorunda kalıyoruz, ya da sıkılıp-usanıp yarıda bırakıyoruz!” diyen mektuplar aldım. Birkaç kez, sizlerden gelen her şeye samîmîyetle önem verdiğim için, üslûbumu, deyim yerindeyse, “hafifletmeye” gayret ettim ama pek başarılı olamadım bu konuda! Netice îtibâriyle bir “gazeteci” ya da daha doğru ifâdesiyle bir “gazete yazarı” değilim/olmadığımı gördüm! İçimden geldiği gibi aktarıyorum hislerimi/düşüncelerimi. Besbelli ki kafam bir hayli karmaşık çalışıyor, hislerim fırtınalar şeklinde patlıyor! Ben böyleyim... Elhamdulillâh, Câhiliyemde de, âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, hidâyetiyle şereflenip, inşaallah, Mü’min bir Müslüman olduktan sonra da her zaman ve her yerde, şartlar ne olursa olsun, olduğum gibi görünmeye ve göründüğüm gibi olmaya gayret ettim, bu konuda azamî titizliği gösterdim. Lisanımızın iğdiş edilmesine ve iğdiş edilmiş hâline tepki gösterdim. Kendimce kelime oyunları yaparken bile şerefli ecdâdın zengin mirasından bol bol istifâde etmeye çalıştım.
Yanlışlarım-eksiklerim her zaman oldu. Hak Te’âlâ, celle şânuhu, onlardan ebediyyen râzı olsun, anacığım-babacığım bana bir insanın yanlışını-eksiğini gördüğü/öğrendiği zaman onu derhâl ve apaçık bir şekilde itirâf edip düzeltmesinin en büyük fazîletlerden biri olduğunu öğrettiler. Dolayısıyla sizlerden gelen ve haklılıklarına kanaat getirdiğim ikazları değerlendirerek, yeri geldiğinde derhâl ve apaçık bir şekilde ricat etmekten geri durmadım. Bunun için de sizlere ayrıca şükrân borçluyum!
Kendimce doğru ve önemli, dolayısıyla da gerekli bulduğum/bildiğim bazı kavramları ısrarla kullanarak, en azından tedâvüle sokmaya çalıştım. Sözgelimi “âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, dîni İslâm”, “Mü’min/Mü’mine Müslüman” hatta “fikri hür vicdânı hür Mü’min/Mü’mine Müslüman” ve ilâ âhir gibi...
Kulağa pek hoş gelen ama özü îtibâriyle boş/bomboş olan “tarafsızlık” oyununu hiç oynamadım; bilakis, hep “taraf” oldum: Hak ve Hakîkat olduğunu meşakkatli bir çaba neticesinde önce öğrendiğim, sonra kanaat getirdiğim/bildiğim ve bundan dolayı da, elhamdulillâh, îmân ettiğim bütün ölçü, değer ve kurallardan ve onlara aynı îmân ve kararlılık içinde bağlı olanlardan yana “taraf” oldum – biiznillâh, son nefesime kadar da olma cihâdını elden bırakmayacağım. Her şeye rağmen, ama daha da önemlisi Hak ve Hakîkat olduğunu bildiğim/Hak ve Hakîkat olduğuna îmân ettiğim herşeyden dolayı safımı korumaya, onu sımsıkı ve dimdik tutmaya gayret ettim. Mü’min/Mü’mine Müslüman kardeşlerime yönelik en sert/en keskin eleştirilerimde bile onlara karşı “merhamet ve tevazû” gösterme İlâhî emrine elimden geldiğince sâdık kalmaya çalıştım. Tıpkı Hak ve Hakîkat inkârcılarına karşı “şedîd” olma İlâhî emrine elimden geldiğince sâdık kalmaya çalıştığım gibi! Başarılı oldum/olabildim mi bilemiyorum...
Ama bir şeyi hiç elden bırakmadım: her zaman ve her yerde “müteyakkız” olup, “müteyakkız” kalmayı ve buna bilumum Mü’min/Mü’mine Müslüman kardeşlerimi hep dâvet etmeyi!
Gayri takdîr, önce âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, sonra da sizin!
O hâlde...
Müteyakkız olalım ve müteyakkız kalalım!