Cühelânın “tedebbür”ü bâbında...

Cühelânın “tedebbür”ü bâbında...

Câhiliye basınının amiral gemisi Hürriyet nâm gazetede edebsizce hava atmaya, ahkâm kesmeye ve yalan söylemeye devam ediyor frenkperest şair (diğer sıfatlarını sıralamaya gerek duymuyorum artık!) sayın bay özdemir İnce...
Burada defaatle yazdım. Azîz ve muhterem kardeşim, İslâm âlimi Mustafa İslâmoğlu beyefendi ile birlikte Hilâl TV’de yaptığımız “Vahyin Penceresinden” adlı programda ilmî-semantik delillerini ortaya koyarak uzun uzun açıkladık “himâr” kelimesinin kesinlikle “başörtüsü” mânâsını taşıdığını ama sayın bay özdemir İnce utanmadan sıkılmadan “İslâmî Cephe”den bu konuda hiç ses çıkmadığını iddiâ ediyor hâlâ! Bilumum hempâları/zihniyetdaşları da bu iddiâsında, daha doğru bir deyişle apaçık yalanında ona destek vermeye devam ediyor!
Maksat belli: ortalığı karıştırmak ve bilumum İslâm ulemâsını cehâlet/bilgisizlik, dahası kasıtlı tahrîfatçılık ile suçlayıp lekelemek, tahkîr etmek!
Şimdilerde yeni bir gönüllü destekçi ve akıl hocası daha buldu kendine: sayın bay Ahmet Z. özdemir’i.
“Yarattıkları” -aynen böyle diyorlar!- “yeni tartışma” da mubârek Nisâ Sûresi’nin mubârek 47. âyet-i kerîmesinde yer alan “edbâr” kelimesinin mânâsı, daha doğru bir deyişle meâllendirilişi üzerine!
Şöyle buyuruyor frenkperest şâirin yeni akıl hocası sayın bay Ahmet Z. özdemir: “Nisa suresinin kırkyedinci ayetinde geçen ‘edbar’ sözcüğünü ‘geri, arka, ense’ diye çevirerek Kitap’ta olmayan anlamları yükleyen pek çok. ‘Edbar’, “Dübür’ün çoğulu değil mi?”.
Mes’eleyi nereye getirmek istediği âşikâr! Kapsamlı olmak kaydıyla herhangi bir lûgatı açıp “dübür” kelimesine bakarsanız “(İnsan ve hayvan vücûdunda) Kıç, makat” karşılığını bulursunuz. Yani bu zâta göre, umumiyetle, Bismillâhirrahmânirrahîm... Ey Ehl-i Kitâb! Bazı yüzleri silip, arkalarına/enselerine çevirmeden ya da onları da Cumartesi yasağını ihlâl edenleri lânetlediğimiz gibi, sizi de lânetlemeden önce yanınızdaki (Kitâb’ı) tasdik ederek, indirdiğimize îmân edin şeklinde meâllendirilen mubârek âyet-i kerîme aslında -hâşâ!- “Bazı yüzleri silip, kıçlarına/makatlarına çevirmeden” diyor!
“Breh, breh, breh!” demek bile hafif kalır bu iddiâ konusunda. Bu herzeye ancak okkalı bir “Oha!” yakışır, o da en hafifinden!
Frenkperest şâir pek yakında bu konunun da “ayrıntılarına” girecektir; bundan hiç kuşkunuz olmasın! Ve tabiî hemen arkasından en başta yeni fetvâ makâmımız sayın bayan Ruhat Mengi olmak üzere bilumum hempâları ve zihniyetdaşları, sözgelimi sayın bay İlhan Selçuk, sayın bay Bekir Coşkun, sayın bay Melih Aşık, sayın bay Mehmet Y. Yılmaz, sayın bay Necati Doğru, sayın bay Tufan Türenç ve benzerleri konunun üzerine atlayıp, katmerli bir “kıç/makat” muhabbeti salıvereceklerdir ortaya!
Peki ya bana ne oluyor?
Neden bu kadar ısrarla duruyorum bu rezilliğin üzerinde?
Hele onca yetkili ve yetkin İslâm ulemâsı, Arabçanın üstâdı dururken?
Besbelli ki onların hiçbiri bu Câhiliye cühelâsı Tuhaf Gürûh’u hiç ciddîye almıyor, ayyûka çıkan câhilâne herzelerini cevap vermeye dahi lâyık bulmuyor. Sessiz kalmalarını ancak bu şekilde izâh edebiliyorum. Kendilerince haklı da olabilirler! Ama benim, kelimenin tam mânâsıyla “kanıma dokunuyor” bu edebsiz câhillerin mubârek Kur’ân’a, âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, dîni İslâm’a ve bilumum Mü’min/Mü’mine Müslümana, ister âlim, ister sıradan kişi, karşı sergiledikleri edeb sınırını fersâh fersâh aşan tavırları! Karınca kararınca, kendi çapımda mucâhedemi sürdürüyorum/sürdürmeye devam edeceğim onlarla. Zira birileri bir şekilde mutlaka göstermeli bu azgın tâifeye meydânın zannettikleri kadar boş olmadığını! Ve dahası, bir haksızlığı görüp de susarak “dilsiz şeytân” durumuna düşmekten korkuyorum, korkmak da ne kelime, resmen ödüm patlıyor yarın Huzûr-u İlâhî’de!
Biliyorum, sayın bay özdemir İnce bu yazımı da yok sayacak, görmezden gelecek tıpkı bu konuda yazdığım diğer yazılarımı yok saydığı/görmezden geldiği gibi ve “dübür/edbâr” mes’elesini aklı sıra açıklığa kavuşturmak için herze üzerine herze patlattığında “İşte köşeye sıkıştılar! Sesleri sedâları çıkmıyor! Dut yemiş bülbüle döndüler!” diye kasım kasım kasılacak köşesinde. Olsun varsın! Benim işlerimden biri de tarihe not bırakmak bu dünyada. “Herşey aslında kayda geçiyor nasıl olsa!” deyip susmak yakışmıyor bencileyin deli Arnavûd’a!
Son olarak bir de şunu merak etmekten kendimi alamıyorum, bu Câhiliye cühelâsı küstah tâife, âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle “tedebbür”de bulunma emrini nasıl algılayıp açıklıyorlar/açıklayacaklar acaba? Bir şeyin “sonunu/arkasının nasıl geleceğini derin derin düşünmek” yerine, -hâşâ!- “kıçını/makatını” devreye sokmak diye mi?
Onu bilmem ama, hayata ve Hakîkate tam da oralarından bakıp, oralarıyla düşündükleri, bilumum yorumlarını da oralarıyla yaptıkları besbelli!
Müteyakkız olalım, hep müteyakkız kalalım...



Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi