Vedâ...

Vedâ...

Evvelen: Salı günü huzûrunuza gelemediğim için özür diler ve de affınıza sığınırım...
Sâniyen: daha evvel de işaret ettiğim gibi, uzunca bir süre için huzûrunuzdan ayrılmak durumundayım!
Yıllardır gerçekleştirmeye çalıştığım bir sinema filmi çekme projesi vardı… Nihâyet, uzun uğraşlardan sonra şartlar elverişli hâle geldi ve bu fakîr, inşaallah ve duâlarınızın da desteğiyle, ilk sinema filmini çekebilecek!
Sinema filmi dediğin yalnızca dile kolay! çok ciddî, çok yönlü, çok kapsamlı ve de katmanlı, çok yoğun bir çaba/emek ve bir o kadar sıkı bir çalışma temposu gerektiriyor… Hele bir de, elhamdulillâh, Mü’min bir Müslümansan, üstüne üstlük fikri hür vicdânı hür takımındansan, yani arkanda bir cemaatin, tarîkatın ya da siyâsî partinin öncelikle maddî desteği yok ve de sözkonusu değilse, yolun başında da sonunda da sıkıntıdasın demektir! Bir başka deyişle, senin için, “Bu arkadaş bizdendir, dolayısıyla bize ters düşmediği, hoşumuza gitmeyecek şeyler söylemediği/tavırlar sergilemediği sürece desteklenecek! Destekleme vaziyeti aaaal! Destekle!” komutunu verecek hiç kimsen yoktur! Ne yola çıkmak üzere maddî kaynak/destek ararken, ne de biiznillâh bütün bâdireleri atlatarak yolun sonuna gelip eserini seyirci huzûruna çıkarttığında! Ama buna mukabil işin ucunda birilerinin güdümünün/“ipoteği”nin girmeden/girmek zorunda kalmadan, sonra da bundan dolayı bir şekilde töhmet altına bırakılmadan, tamamen bağımsız, göğsünü gere gere, başın dik, yani tam da fikri hür vicdânı hür Mü’min Müslüman’a has ve de çok yakışan şahsiyetli, vakûr duruşu sergileme lüksüne sahip olmak var! Doğrusu sırf bunun için bile pek çok sıkıntıya katlanmaya değer!
öte yandan Mü’min bir Müslüman olarak, elhamdulillâh, seni bağlayan ve ağır bir mes’ûliyeti her an omuzlarında/zihninde hissederek hareket etmek durumunda bırakan şartlar/kurallar var! Sırf ticârî başarı elde edebilmek uğruna âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, rızâsına muvâfık olmayan şeylere asla yer veremezsin eserinde! Haram girdâbına düşme, yarın Huzûr-u İlâhî’de hesap verme kaygısını hiç mi hiç taşımıyanların işi -kendilerince tabiî!- “kolay”, yöntemleri belli!
Neyse…
çıktığım yoldaki meşakkatten dolayı, şerefli Vakit gazetemizde muntazaman yazı yazamama durumuna düşebilirim… Nitekim son zamanlarda bu sıkıntı kendini ortaya koymaya başladı bile! Siz, şerefli Vakit gazetemizin şerefli okuyucuları ve şerefli işverenlerim karşısında mahcûb duruma düşmek istemem!
Bu yüzden anlayışınıza sığınarak sizden izin istiyorum…
İkiyüzellinci yazımda küçük bir hesaplaşma yapmıştım kendimle… Ona ilâve etmek istediğim birkaç husus var:
Şerefli Vakit gazetemizin yazarlarından biri olabilmek, benim için büyük bir şereftir. Bana bu şerefi bahşeden herkese şükranlarımı arz ediyorum.
Zaman zaman sizi üzen, hatta kızdıran yazılar kaleme aldım… Şunu iyi bilesiniz ki düşüncelerimi/kanaatlerimi, üstelik de en uygun gördüğüm şekilde/üslûbta dile getirirken şerefli Vakit gazetemizin yöneticileri tarafından gelen herhangi bir kısıtlama ya da yönlendirmeyle karşılaşmadım! Fikri hür vicdânı hür Mü’min bir Müslüman olarak kendimi ifâde edebilmenin alabildiğine tadını çıkarttım! Bunun için de şerefli Vakit gazetemizin bütün sorumlu yöneticilerine huzûrunuzda şükranlarımı arz ederim!
Bazı yazılarımdan dolayı bana kırılmış, gücenmiş hatta iyice kızıp öfkelenmiş olanlarınız vardır… Kuluz, eksiklerimiz yanlışlarımız her zaman olacaktır… Herkesi aynı ânda ve aynı şekilde hoşnûd etmek zaten mümkün değildir! Ama şunu bilesiniz ki Mü’min/Mü’mine Müslüman kardeşlerimin hiçbirini, görüşlerini/tavırlarını en tasvîb etmediklerimi bile, rencîde etmek kasdıyla yazmadım/yazmamaya özen gösterdim!
Mü’min/Mü’mine Müslüman kardeşlerime yönelik en sert/en keskin eleştirilerimde bile onlara karşı “merhamet ve tevazû” gösterme İlâhî emrine elimden geldiğince sâdık kalmaya çalıştım. Tıpkı Hak ve Hakîkat inkârcılarına karşı “şedîd” olma İlâhî emrine elimden geldiğince sâdık kalmaya çalıştığım gibi!
Başarılı oldum/olabildim mi bilemiyorum…
Ama bir şeyi hiç elden bırakmadım: her zaman ve her yerde “müteyakkız” olup, “müteyakkız” kalmayı ve buna bilumum Mü’min/Mü’mine Müslüman kardeşlerimi hep dâvet etmeyi!
Gayri takdîr, önce âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, sonra da sizin!
ömrüm olur, nefesim yeterse burada yeniden buluşmak belki nasîb olur, inşaallah…
Hakkınızı helâl edin!
Benden yana bir hak geçmişse de, analarınızın ak sütü gibi helâldir sizlere!
Hayır duâlarınızı bu fakîrden esirgemeyin…
Bir de hep müteyakkız olup, hep müteyakkız kalmayı sakın ola ki ihmâl etmeyin!
Tarihteki adımız asker millettir
Osmanlı döneminde, özellikle de son zamanlarda, padişahlar artık birer semboldü. ülkeyi fiilen yönetenler sadrazamlardı. Onların da rütbeleri paşalıktı. Türkiye Cumhuriyeti Devletini de, başta Mustafa Kemal olmak üzere paşalar kurdular. Her ne kadar rejimimizin adı cumhuriyet idiyse de… Onun demokratik bir nitelik kazanmasına, devletin kurucuları hiçbir zaman râzı olmadılar. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, CHP’nin iktidardan düştüğü anlaşılınca da askerler İsmet İnönü’ye gitmişler. “Paşam emir buyurursanız, Demokrat Partili şu başıbozuklara biz iktidarı vermeyiz” demişlerdi.
Mustafa Kemal vefat ettiği zaman, TBMM’si, Celal Bayar’ı Cumhurbaşkanı seçmek eğilimindeydi. çünkü Atatürk’ün son Başbakanı Celâl Bayar’dı. Rahmetli Mareşal Fevzi çakmak topların namlusunu TBMM’e çevirterek, İnönü’yü Cumhurbaşkanı yaptı.
İnönü bu iyiliğine karşı Fevzi Paşaya vefasızlık etti. Mareşal öldüğü zaman, bayrakları yarıya indirtmedi. Radyolarda oyun havaları çalınmasına müsaade etti. Bunun üzerine gençlik ayaklandı. Büyük olaylar oldu. Kısa bir süre sonra da 14 Mayıs seçimlerine gidildi. İnönü Ankara ve Malatya’dan adaylığını koymuştu. Malatyalılar sahip çıkmasalardı. İsmet Paşa milletvekili bile olamayacaktı. O zamanki halkın söylediği gibi, Fevzi Paşanın dirisi, İnönü’yü iktidar yaptı. ölüsü ise iktidardan düşürdü. Atatürk cumhuriyetin demokratik yönde gelişmesi için, 2 deneme yapmıştı. Ancak İnönü demokrasiyi hiçbir zaman, içine sindiremedi.
çok iyi hatırlıyorum. Bir seçimde yakınları: “Paşam halk demokrasiyi istiyor. Ordudan ve gençlikten elimizi çekelim. ülkemize gerçek demokrasinin yerleşmesi için elimizden geleni yapalım” demişlerdi. İnönü bu öneriye şöyle yanıt vermişti: “Halka kalsa Saidî Kürdî’yi Cumhurbaşkanı yapar” demişti. (Belki de haklı olarak) Askerler kendi elleri ile kurdukları, Türkiye Cumhuriyeti Devletini sivil halka bırakmak istemiyorlar.
Onun için, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 yıllarında, kısacası ortalama her 10 yılda bir, iktidarları devirmeyi alışkanlık haline getirdiler. Buna artık halkımız da alıştı. Bunu bilen (Başta yalancı ve yıkıcı, kartel medyası olmak üzere) bazı marjinal topluluklar, örgütler, öğrenci dernekleri, sol tandanslı çıkarcı sermaye çevreleri, resmî kurum ve kuruluşlar, kendi güçlerinin çok üzerinde, hadlerini de çok aşarak, yalanlar uyduruyorlar. Provokasyon yapıyorlar. Yaygara kopartıyorlar. Darbelere davetiye çıkartıyorlar. Zavallı halkımızı korkutup yıldırmaya çalışıyorlar. O kadar ki, 8 yıllık iktidarı döneminde, 18 sene yaşlanmış gibi görünen, Sayın Başbakan: “Kefenimi boynumda taşıyorum” demek zorunda kalıyor. Milletin selâmete çıkması için, gösterdiği bu insanüstü sabır ve tahammülle, halkın yalnız oylarını değil, gönüllerini de kazanıyor.
Yarın bir seçim olsa CHP silinecek, MHP 150’nin üzerinde milletvekili ile ana muhalefet olacak. BBP (İnşallah) bugünkü MHP’nin yerini alacak. AKP de kat kat güçlenecek. Bizim tahminimiz de, temennimiz de böyle… Tabiî ki gaybı Allah’dan başka kimse bilemez. Denilecek ki: “Tenkit kolaydır. Mevcut meselenin çözüm yolu nedir?”
Bu doğru. Kendimce çözüm yolunu da göstermeliyim. Bugün Sayın Cumhurbaşkanımızla, Sayın Meclis Başkanımız, Sayın Başbakanımız ve istisnasız bütün Bakanlarımız, Askere gitseler rütbeleri asteğmenlik olmayacak mı? öyleyse bizi asteğmenler yöneteceğine Paşalar yönetse, daha doğru olmaz mı? Hiç olmazsa, nazariyat, fiiliyata uymuş olur. Hainlerin ve provokatörlerin sesleri kısılır. Milletimiz huzura kavuşur.
Enerjik ve zamansız çökmek üzere olan gencecik Başbakanımız da boynunda taşıdığı kefenden kurtulur. Silahların gölgesinde, demokrasi olacağına, bizi paşalar yönetsin. Zâten şimdi de onlar yönetmiyor mu?
Aslolan devletimizin bekası olduğuna göre böylesi daha samimi olmaz mı?
İslâm’ın dışındaki bütün beşerî sistemler, Haçlı Batılıların uydurmasıdır. Ha liberalizm, ha faşizm… Bizim için ne fark eder? Allah (cc) milletimize zeval vermesin. Dünkü yazımızda ne demek istediğimiz, İnşallah anlaşılmıştır.
Sevgi, saygı ve dualarımızla...


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi