Şehirlerimizi kaybediyoruz
Şehirlerimizi kaybediyoruz … Arnavut taşlı sokaklarında mesut ve bahtiyar koşuşturduğumuz, nice narin dallı ağaçlarından akasya topladığımız, çeşmelerinden kana kana soğuk ve berrak sular içtiğimiz, sabah hep bizimle beraber olmasını istediğimiz babamızı hüzünle işe uğurlayıp, akşam aynı sokağın başında küçücük yüreğimizle onu bitmez tükenmez bir sabırla beklediğimiz, kâh mahallenin kabadayı çocuklarından dayak yiyip ağladığımız, kâh mahalle bakkalından aldığımız bir oyuncakla sevindiğimiz … şehirlerimizi kaybediyoruz. Mahallemizin dertlerini dinleyen muhtar amcamızı, mahallelinin birbirine karşı itimadını kaybediyoruz … Şehirlerimizi kaybediyoruz.
Bir hengamedir artık şehirde hayat. Şimdi “şehir”ler “kent” oldu, “ev”lerimiz “rezidans”!. Sokaklarımızda insanlar mesut değil; birer sahipsiz münzevi. Akasya ağaçlarını belediyemiz kesti, çeşmemizin yerinde artık yeller esiyor. Babamızın eve dönüşünü endişe içinde bekliyoruz, mahallemizin gençleri çeteleşti, mahalle bakkalımız kapandı, muhtar amcamız zor durumda. Kimse birbirine itimat etmiyor; arsız, hırsız söz sahibi ... Şehirlerimizi kaybediyoruz. Tanpınar’ın dediği gibi “Bir terbiyenin ve zevkin etrafında oluşmuş bir hayatı”, şehri kaybediyoruz.
Türk dilinde “şehir”in karşılığı “balık”tır. Yaklaşık 1300 sene önce Göktürkler ve Uygurlar, şehir dediğimiz yerleşim merkezini anlatmak için "balık" kelimesini kullanmışlardır. Bazı bölgelerde "balığ" veya "balıg" şekline dönüşen kelimenin "Hakanın sarayının bulunduğu yer” ve “Tahkim edilmiş yerleşim merkezi" anlamında da kullanıldığı bilinmektedir. “Balık”, muhtelif yerleşim merkezlerinin coğrafyasından kaynaklanan özelliklerine göre, “Beş Balıg” (Beş Şehir), “Yengi Balıg”, (Yeni Şehir) “Han Balık” (Han Şehir) gibi terkipler şeklinde de ifade edilmiştir.
Kaşgarlı Mahmud, “Divan-u Lugati't-Türk”te “balık” kelimesinin, “çevrenin duvarlarla tahkim edilmesi" anlamına karşılık gelen "balıglama" kelimesiyle ilintisini kaydederek, “Balık, İslamlıktan çok evvel Türk dilince, sığınak, kale, şehir demektir. Uygurca’da dahi böyledir. Uygurlar’ın en büyük şehirlerinden birisine Beş Balık denir, bu ‘beş şehir’ demektir. Bundan başka, bir şehrine dahi Yengi Balık denir, bu da ‘yeni şehir’ demektir” şeklinde açıklama yapmıştır.
Türklerin İslamiyeti kabul etmesiyle birlikte Arap ve Fars kültürüyle yakınlaşma olmuş, “balık”, kelimesinin yerini Farsça “şehir” kelimesi almıştır. “Şehir”, yaygın olarak bilinenin aksine, Arapça bir kelime değildir; ancak Arapça karşılığı “medine”dir. “Medine”, “medeni” insanların yaşadığı yerdir. Şehirde yaşayan insanlar “temeddün” etmiş, yani medenileşmiştir. “Medeni”, aynı zamanda “şehirli” demektir.
“Şehir”in İlk çağ’daki karşılığı Latince “site”dir. Günümüzde sıkça işitir olduğumuz “metropol” ve “megapol” kelimeleri ise aslında “büyük şehir” anlamında kullanılmaktadır. “Metro” Yunanca “ana, asıl”, “mega” ise “büyük” demek olup, “pol”, “polis” yani “şehir” kelimesinin kısaltılmış halidir.
“Kent” kelimesi ise, 1930’lu yıllardan itibaren dilimize girmiştir. “Kent”, “şehir” kelimesi gibi Farsça’dır. Ancak “kent”in kökeni, eski Farsça’nın kır-köy bölgelerinde yaygın olarak konuşulan ve nisbeten “kaba” bir dil olan “Soğudca”ya dayanmaktadır. “Dil Gümrüğü”nün uygulandığı yıllarda, “kent” kelimesinin Türkçe’ye girmiş olması, kelimenin Türkçe olmadığının dikkatlerden kaçmış olduğunu işaret etmektedir.
Son yıllarda “kent” kelimesi, önceki yıllara oranla daha yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Ancak, “şehir”, daha çok “eski yerleşim yerleri”ni, “kent” ise “yeni kurulmuş merkezleri”; “şehir”, dilimizde daha çok gelenekleri, sanat, edebiyatla birlikte örf ve ahlaki değerleri; “kent” ise daha çok modern, betonlaşmış bir yerleşimle birlikte, samimi olmaktan öte ilişkilerin hakim olduğu bir yapıyı çağrıştırmaktadır.
Her şehrin miras olarak devraldığı bir kültürü ve kendisine has bir mimarisi vardır. Bir şehrin kültürü ve mimarisi, o şehire bir “ruh” verir. Bu yüzden her şehrin bir ruhu vardır; şehirler, tıpkı insanlar gibi ruhlarıyla yaşarlar. Günümüzde, şehirlerimiz ruhlarını kaybetmekte, asırlardan beri süzülüp gelen şehir kültürünün, geleneğinin yerini, “gündelik bayağılıklar”; miras kalan mimarinin yerini ise “fırsatçı hilkat garibeleri” almaya başlamıştır.
Mazide, şehirlerimizin kendine has kültür kıymetleri ve o şehrin adıyla özdeşleşmiş mimari üslupları vardı. Açık avlulu, sofalı, sekili Erzurum’un taş evleri; cihannumalı, çeşmeli Afyonkarahisar evleri; çatılı, beş cephe mimarili, cumbalı Safranbolu evleri; taş temelli, ahşap yapılı, avlulu Ankara evleri, İstanbul’un yalıları, paşa konakları, hanlar, hamamlar, kervansaraylar … hemen aklımıza gelen bu mimari üslubun numuneleriydi. Bugün mimaride bir “üslup”tan, bir “Türk üslubu”ndan bahsetmek ne yazık ki mümkün değildir. Sivil mimaride, dini mimaride, ticaret mekanlarının inşasında başlıbaşına özellik taşıyan bir biçim, bir uslup geliştirilememiştir. Evlerimiz soğuk, donuk, bahçesiz beton kutucuklar şeklindedir. Bölgeler itibariyle kendine has mimari özellikler taşıyan evlerimiz yoktur; bulunduğu iklime ve coğrafyaya göre değişiklik gösteren yapı malzemeleri kullanılmıyor artık. Süslemesi, estetiği ile dini yapılarımız hala beşyüz sene öncesinin taklitleridir. Bize has çarşılarımız, alışveriş mekanlarımız, eğlenme, dinlenme, seyir mekanlarımız yoktur.
Mimarimiz insani değildir, insanımızın ise mimari estetik kaygı duyacak mecali kalmamıştır. İhtiyaçlar talepleri; talepler, yeni arayışları doğurur. Geçim derdiyle uğraşan insanımızın Türk mimarisini yeni arayışlara sevkedecek talepleri henüz görünmemektedir.
Şehir, medeniyetin beşiğidir; medeniyet şehirde doğar, kök salar. İsmail Gaspıralı, medeniyetin tarifini yaparken; “Şehirli bir insan kırda ve sahrada ikâmet eden bedevî bir insandan rahatça, selâmetçe ihtiyatlıca ve emniyetlice bir hâlde yaşayabileceğinden, ‘medeniyet’ demeden, insanların rahat, selâmet ve emniyet üzere yaşamakta olan bir usul ve suret-i maişet olduğu istihraç olunur” demiştir. Gaspıralı’ya göre, “medeniyet” demek, “rahatlık, huzur, barış, emniyet üzere yaşamak ve maişetini (geçimini) temin etmek” demektir. Türk milletinin kurmuş olduğu cihanşumul medeniyet, aynı zamanda bir şehir medeniyetidir. Asırlarca bütün cihana hükmeden bu medeniyet, şehir idareleri ve idarecileriyle, vakıfları ve vakıf insanlarıyla şehirlerde doğmuştur. Nice kahramanlar, devlet adamları, şairler, mimarlar, musikişinaslar … bu şehirlerde doğmuş, bu şehirlerde yetişmiştir.
Bugün ise bu medeniyetin çocuklarına, geçmişleri unutturulmaya çalışılmaktadır. Milletimiz, kendi derdine düştüğünden beri, “arz, memeden kesilen çocuk” misali yetim kalmıştır. Hafızamızın yoklanması, yeniden hayatiyet kazandırılabilmesi yine şehirlerimizde olacaktır. Şehirlerimiz sahipsizdir. Şehirliler, şehirlerine sahip çıkamamakta, kamu otoriteleri (hükümet, bakanlıklar, belediyeler) ise yeterli ilgiyi göstermemektedir. Şehirlilerin, şehirlerine sahip çıkmaları için gerekli olan ortak bir “şehirlilik bilinci” de ne yazık ki henüz oluşmamıştır.
Şehirlerimiz, kendine has kıymetlerini kaybederek, birbirine benzemeye başlamışlardır. Neredeyse bütün şehirlerin girişleri gecekondularla kuşatılmıştır. “İnsanlığın içine düştüğü gurur ve yanılgının eseri olan kuleler” artık her şehirde boy göstermektedir. Bahçesiz, bitişik nizam çok katlı beton binaları, tahammül sınırlarını zorlayan trafiği, hırsızları, kapkaçları, kavgaları … Düşünün “şehirlerimiz” diye söze başlayınca aklımıza ilk gelen şeyler bunlar olmaktadır.
Geleneksel yapıdan koparak şehirlere göç eden insanlar, şehirlerin sağlıksız bir şekilde büyümesine sebep olmuştur. İktidarlar, nüfus hareketlerini iyi bir şekilde yönetememiş, küçük şehirlerimiz sürekli olarak göç vermiş, büyük şehirler ise sağlıksız bir şekilde büyümüştür. İnsanların doğdukları toprakları terketmelerinin en büyük sebebi işsizliktir; sonra eğitim ve sağlık gelmektedir. Büyük şehirlere göçü azaltacak Anadolu’nun uygun yerlerinde her bakımdan insanları çekecek cazibe merkezleri kurulamamıştır. Tarım sektörünün güçlendirilmesi, sanayii yatırımlarının dengeli dağılımı gerçekleştirilememiş, yatırımlar büyük şehirlerde yoğunlaşmış, iş bulmak isteyenler tabii olarak bu bölgelere akın etmişlerdir.
Şehirlerimizi bu durumdan kurtarmanın tek yolu, yapı yoğunluğu ve nüfus yoğunluğunu dikkate alan, yapı ve nüfus yoğunluğunu dengeli dağıtan ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek gerçekçi imar planları hazırlamaktır. İmara açılacak alanlarda öncelikle yol, otopark, konut alanı, yeşil alan, eğitim, sağlık, dinlenme, eğlenme, spor, ticari ve turistik tesislere, kamu binalarına uygun yerler tespit edilmelidir. Yol, su, elektirk, doğalgaz, atık su, telefon, internet ve sair bağlantılar için altyapı hizmetleri mutlaka tamamlanmalıdır.
Kaçak yapılaşmaya izin verilmemelidir. Büyükşehirlere yönelen göçü hızlandıran sebeplerden biri kaçak yapılaşmaya göz yumulmasıdır. Yaşadığı yerden göç eden bir kişinin öncelikli ihtiyacı barınmadır. Barınacak yeri olmayan, barınacak yer bulamayan bir kişinin göç etmesi mümkün değildir. önemle belirtmek gerekir ki, kaçak yapılaşma engellendiği oranda, düzensiz ve sağlıksız göç de engellenmiş olacaktır.