Kutlu Doğum kutlamalarında doğrular ve yanlışlar...
İslâm âlimlerinin anlatımıyla Peygamberimiz (s.a.v), yaratılan her şeyin kendi hürmetine yaratıldığı son Rasûl, Habîbullah, Allah’ın sevgilisi. Allah kelâmı, son kitabın kendisine indirildiği son Peygamber. Kendisi yaratılanların en faziletlisi olduğu gibi, mübârek kabirleri de kâinatta en değerli mekân…
Tarihte bazı art niyetli kimseler, “Bu mesele fazla abartılıyor. Son Peygamber kâinatın ve bütün Peygamberlerin en üstünü değildir” diyerek Müslümanların zihinlerini bulandırmaya çalışmışlar, güya Kur’an-ı Kerim’den de deliller(!) getirerek Müslümanların kalblerindeki O’na ait sevgiyi azaltmaya çalışmışlarsa da, İslâm âlimleri böylelerine her zaman gereken cevabı vermiş ve susturmuştur.
Böyle sapık bir vâiz, 15. asırda Bursa’da meydana çıkmış. Ona da Mevlid’in müellifi o sıralarda Bursa Ulucâmi’nin imamı olan Süleyman Çelebi Hazretleri gereken cevabı verip susturmuştur. Nitekim, Mevlid’in yazılma sebebi hem Peygamberimiz’in üstünlüğünü dile getirmek, hem ehl-i sünneti müdafaadır.
Âlimler, Peygamberimiz’in üstünlüklerini anlatan nice eserler vermişler. İmam Suyûtî’nin Elhasâisü’l-Kübrâ’sı ve Kadı İyaz’ın “Şifâ-i Şerif” diye anılan “Eş-Şifâ fî Hukûki’l-Mustafâ”sı, bu kabil Peygamberimiz’i lâyıkıyla sevdirme gayesiyle kaleme alınmış eserlerdir…
Böyle başka çok güzel eserler de var, Süleyman Çelebi Hazretleri zamanında olduğu gibi Müslümanların, Peygamberimiz’in üstünlüğüne inanmalarından rahatsız olan kimseler de…
Peygamberimiz (s.a.v) “Cihad kıyamete kadar devam edecektir” buyurduğuna göre, kıyamete kadar böyleleri eksik olmayacağı gibi, Peygamber sevgisini aşılamak isteyenler de eksik olmayacak. Dolayısıyla iki grup arasında ilim ve fakir mücâdelesi, yani cihad kıyamete kadar devam edip gidecektir.
Müslüman olarak en çok sevmemiz gereken Rabbimiz, ondan sonra Sevgili Peygamberimiz’dir. Peygamberimiz’i, anne-baba, çoluk-çocuk, hatta kendimizden çok sevmekle vazifeliyiz. Nitekim Peygamberimiz, “Beni, kendi nefsiniz dahil her şeyden çok sevmedikçe, gerçekten iman etmiş olmazsınız” buyurdular. Bir Müslümanda Peygamber sevgisi ne kadar fazlaysa, Müslümanlığı o kadar sağlamdır. Zaten bu sevgi imanın şartı, cehennemden kurtulmanın tek sebebidir.
Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı ilahlık derecesine yükseltip kâfir oldular. Ama Müslümanlar sevgide ileri giderek Peygamberimiz’i aşırı derecede yücelterek -hâşâ- ilahlık derecesine çıkararak kâfir olmamışlardır.
13 Nisan tarihli Vakit’te “Batman’da Kutlu Doğum Mevlidinde 50 bin kişinin toplandığı” haberi vardı. Ne güzel!.. Ama böyle olağanüstü sevgiden rahatsız olanlar, “Aşırı yüceltmeci Peygamber sevgisi” diyerek bu coşkun sevgiden dolayı Müslümanları küfre düşüp kâfir olmakla suçlayabiliyorlar. Ne kötü!..
Hatta bu hususta kitaplar yazmakta, meselâ yukarıda isimlerini verdiğim Kadı İyaz ve İmam Suyûtî gibi seçkin İslâm âlimlerini tenkit etme bedbahtlığına düşmektedirler. Onlara göre Müslümanların suçu nedir biliyor musunuz değerli okuyucular? Peygamberimiz’i aşırı sevmek…
Bunlar, bile bile yapılan suçlama ve yanıltmalar. Ancak, şuurlu kimseler ve dikkatli gözler böyle kimselerin art niyetlerini yakalamakta zorluk çekmiyor. Çünkü onların samimiyetsizlikleri, daha kitaplarının isimlerinde göze çarpıyor. Yazdıkları kitaplarda Peygamberimiz’e “Hazret” veya “Aleyhisselam” demiyorlar. Onların dilinde ve kitaplarında Sevgili Peygamberimiz sadece Muhammed’dir, o kadar…
Ashab-ı kiram Peygamberimiz’e “Anam babam sana fedâ olsun yâ Rasûlullah!” diye hitap ederken, Ebûcehiller sadece “Yâ Muhammed” diyorlardı.
Peygamberimiz’in ismini yalın olarak ananların kimlere benzediği ortaya çıkmıyor mu?..
Bazı Kutlu Doğum toplantılarında yapılan yanlışlıklara da temas edelim.
Peygamberimiz’in (s.a.v) tebliğ ettiği İslâm dininin hem inanç, hem ibâdet, hem de ahlâk yönü var. Bunların hepsinin tatbiki, tabii ki tam ve eksiksiz olarak Peygamberimiz’de mevcuttu. Öyleyse, Peygamberimiz anılacak ve tanıtılacaksa, onun tebliğ ettiği dinin sadece bir yönü değil inanç, ibâdet ve ahlâk umdelerinin hepsi dile getirilmeli.
Ama görüyoruz ki; bazı Kutlu Doğum konuşmalarında Peygamberimiz’in sadece iyi ahlâk sahibi olduğu, kimseyi kırmadığı, herkese yardım ettiği gibi konular anlatılıp, inanç, bilhassa ibâdet yönüne temas edilmiyor. Bu, büyük bir yanlış ve eksiklik. Peygamberimiz, “Niçin bu kadar ibâdet ediyorsunuz yâ Rasûlullah” denilecek kadar ibâdet etmiyor muydu? Nerede O’nun ibâdet yönü?
Bununla kalınsa neyse; daha beteri var. Bazı Kutlu Doğum toplantılarına tesettürsüz şarkıcı-türkücü kadınlar dâvet edilmekte, o kıyafetle erkekler topluluğuna ilâhî ve kasîde söylettirilmek istenmektedir.
(Daha fazlasını yazmamam için ricada bulunulduğundan, isimlere girmiyorum.)
Dahası var: “Kur’an, ehl-i kitaba, (Yahudi ve Hıristiyanlara) Peygambere iman edin demiyor” diyen bazı ilâhiyat profesörlerinden aldıklarını söyledikleri fetvâlara dayanarak, Peygamberimiz’i orkestra çalarak anıyorlar(!).
Peygamberimiz’i çalgıyla anmak, onu anmak mı oluyor, yoksa hakaret mi?
İşin en acı tarafı da, adı Kutlu Doğum toplantısı olan bu programın böyle yapılmasını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın istemesi ve büyük bir vilâyetimizin müftüsünün de buna destek olması...
Bunu ben söylemiyorum, açılış konuşmasında Sayın Müftümüz söylüyor.
Değerli Başkanlığımız buna ne der bilmem. Başkanlık itiraz eder ve benden bilgi isterse, hazırım.
Yukarıda dahası var dedim ya; “Dahası var”ın biteceği yok ki. Alın size bir tane daha dahası var:
Prof. Toktamış Ateş’i İslâm’a karşı tutumundan tanırsınız. Tanımayanlara azıcık tanıtayım:
Türkiye’de 1932-1950 arasında 18 sene ezanın aslî lafızlarıyla okunması yasaklandığı, kendisi de o günleri yaşadığı halde, “Türkiye’de böyle bir şey olmamıştır” diyebilecek kadar gerçekleri ters yüz edebilen bir kimsedir Sayın Toktamış Ateş…
İşte bu Toktamış Ateş, Müslümanlara Peygamberimiz’i anlatması için bir Kutlu Doğum toplantısında konuşmacı olarak davet edilebiliyor değerli okuyucular.
Davet edildi ya; “Hayır, bu benim işim değil” demiyor, geliyor. Peki Peygamberimiz’i anlatabilir mi? Tabiî ki hayır. Öyleyse ne yapıyor. 5 dakika içinde birkaç cümle söyleyip işi bitiriyor…
Acaba diyorum, hayatta olsaydı Aziz Nesin de bu toplantılara konuşmacı olarak davet edilir miydi?..