Kitap Hastalığı
Ramazan Pak arkadaşım anlatmıştı. Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nde okurken, Mahmut Toptaş Hocayla birlikte, o şehirde ilmiyle, özellikle de fıkıh ilmindeki şöhretiyle tanınan ve sevilen bir alimi, Bozkırlı Mustafa Efendiyi ziyarete gitmişler. Hoca şöhreti kadar “büyük” değil, zayıf nahif bir adammış. İlk intiba çok da çekici olmamış galiba. (Vefatı 1979)
Misafirlerini bir odaya almış Hoca Efendi. Arkadaşım odaya girdiğinde, işte o anda, sanki bir başka dünyaya ayak basmışçasına şaşırmış ve ürpermiş. Üstüne ilham yağmurları yağmağa başlamış o andan itibaren sağnak sağnak. Ebemkuşağındaki bütün renkler üstüne dökülerek aydınlatmış içini.
Gördüğü manzara müthişmiş. Zeminin basit kilimlerine ve yere serilmiş minderlerine inat, odanın her tarafı tavana kadar yükselen raflarda renge renk ciltli ve iri kitaplarla doluymuş. Bu kadar kitabı bir evde ilk defa gören arkadaşa bu manzara büyük bir kitap sevgisi aşılamış. Arkadaşım farkında değil, en üst rafta yerleşen bir peri, kelimelerden kurşunlarla kalbinden vurmuş kendisini. Belirtileri sonraları çıkmıştır ama, Allah bilir ya “kitap hastalığının” ilk defa bulaştığı mekandır orası.
Bu manzaradan daha da şaşırtan ve ürperten tarafı, kendisini hayran bırakan yanı, sohbet esnasında konular geldikçe hocanın açıklamalar yaparken, “bu bilgi şu kitabın şu cildinde, şu sayfasında geçer” diyerek, o ihtiyarlığına rağmen yerinden ok gibi fırlaması, boyunun yetmediği yerlere küçük bir merdivenle tırmanarak aradığı kitabı “eliyle koymuş gibi” bulması, alıp inmesi ve açtığı sayfada yanılmayarak okuması…
Başka yerde hiç görmediği bu güzel manzara onu o gün o kadar etkilemiş ki, sanki dışarı çıktığında bambaşka bir Ramazan Hoca olmuş. Bir nevi “Mecnun” gibi vurulmuş anlayacağınız arkadaşımız “Leyla”sına ve o günden sonra düşmüş çöller yerine kitapların satıldığı mekanlara. Aramış durmuş ama, derdi mecnundan artık imiş, çünkü Leyla’sı bir değil, binlerce imiş. “Onu da bul, bunu da” derken mektep bitmiş, o hala arıyor ve buldukça eve kapatıyordu. Heyhat, biter mi kitap?
Biz beraber çalışmaya başladığımızda, kendisi kitap almaya doyamadığından, kooperatifi çalıştırmaya başladı ve etraf şehirlerden de arayarak, nerde bulursa derleyip toplayarak getirdiği kitapları bize ve öğrencilerine değişik yol ve yöntemlerle satıyordu. Ama bu “kitap hastalığı” öyle bir dertti ki, tuz yalamış kuzunun su içtikçe yanması gibi, aldıkça artıyor, bir türlü teskin olup dinmiyordu.
Nerden mi biliyorum?
Efendim, bir gün iki kör kardeşimiz köfte yiyormuş. Biri öbürüne demiş ki:
- Arkadaş köfteleri çift çift yutma!
- Yahu nerden biliyorsun?
- Ben de öyle yapıyorum da ondan biliyorum…
Ben bunu anlatınca, eğer gülerek başınızı sallıyorsanız, muhakkak ki bu zevkli hastalıktan sizde de var demektir. Allah artırsın efendim, dahasını söylememe gerek var mı?
Ben bunları niye anlatıyorum, anladınız herhalde.
Yeni yetişen ilim yolcusu yavrularımızı kitaplarla tanıştıralım, kütüphanelere alıştıralım. En önemlisi de, eğer çevremizde odasına gömülmüş, kitaplardan başka hayat tanımayan, okumayı bütün zevklere tercih etmiş münzevi alimler varsa, onlarla tanıştıralım öğrencilerimizi.
Yok eğer şehrimizde böylesi azizler yoksa, yakından başlayarak bütün şehirleri araştıralım ve bulduğumuz yerlere seyahatler düzenleyerek yavrularımızı onlarla buluşturalım.
Böylece oralardan bulaştıralım onlara okuma sevgisini, kitap aşkını, pardon “hastalığını.” Uzun ince bir yol olan ilim adamlığına çıkışta, buna büyük ihtiyaçları olacaktır hiç şüphesiz.