Taliban ayaklanması
1994'lerdi. 27 Aralık 2007'de uğradığı bombalı saldırıyla hayatını kaybeden Benazir Butto başbakan. ABD'nin Afgan cihadı döneminde İslâmcıların güçlenmesine yarayan politikalarından son derece rahatsız olduğunu hiç gizleme gereği hissetmemişti. Çünkü bunu, hem ülkenin batılılaşma sürecine aykırı görüyor, hem de ülke içinde kendisinin temsil ettiği siyasi çizgiyi zayıflattığını düşünüyordu.
Aynı dönemde bugün "Pakistan Talibanı" diye bilinen "Muhammed Şeriatı'nı Tatbik Hareketi" isimli yapı, Sufi Muhammed'in liderliğinde ortaya çıkmıştı. Cemaati İslâmî'den (merhum Mevdudi'nin kurduğu hareket) ayrılarak bu hareketi oluşturan Sufi Muhammed, kabile bölgesinde İslâm hukuk sisteminin uygulanmasını istiyordu.
Türkiye gerçekliğinden meseleye bakıldığında rejimi değiştirme talebi gibi gözükebilir bu, ama değil. O bölge, kabilelerin gelenek perspektifinden yoğrulmuş Şeriat ile yöneltilmişti hep.
Pakistan kurulduktan sonra da öncesinde de hiçbir zaman merkezî yönetimin tam kontrolü altına girmemiş, kendi içinde hep özerk yaşamış silah taşımanın erkeklik alâmeti kabul edildiği ve tarih boyunca kendi kurallarıyla yaşamış bir mıntıka, kabile bölgesi.
Benazir Butto, tam da ABD'nin İslâmcıları tasfiye etmek istediği bir dönemde iktidara gelmişti. Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ne anlama geldiğini iyi bilen Butto, kaybedilen ideolojik mevzileri tekrar kazanmak için fırsat yakalamıştı.
Svat bölgesini de içine alan kabile bölgesinde Şeriat'ı tatbik talebine karşı çıkan Butto hükümeti, Sufi Muhammed'e bağlı güçlerin üzerine Pakistan ordusunu göndermekte tereddüt etmemişti. O dönem "Malakant'ta Şeriat ayaklanması" diye dünya basınında yer alan çatışma, bugünkü çatışmaların da temelini oluşturur.
Henüz Taliban yoktu ortalıkta. Hele Pakistan Talibanı hiç yoktu ama Şeriat'ı tatbik talebi vardı ve bu talebin arkasında da bugün Taliban denilen bölge insanları vardı. Butto'yla fiilen start alan dönem, İslâmcıları tasfiye dönemiydi. Tasfiye sadece kabile bölgesinde değil, ordu içinde de yaşanıyordu.
Devlet erkini ellerinde tutan güçler bir taraftan cihad dönemi boyunca kendilerine her türlü rahat çalışma fırsatı verilmiş cemaatlerin üzerine gidiyor, bir taraftan da Pakistan topraklarında medyanın kendilerine "Arap Afganlar" dediği Afganistan müdafaasına katılmak üzere gelmiş yabancı uyruklu Müslümanları yakalayıp ülkelerine ya da Amerika'ya teslim ediyordu. Amerikan fedaral güçlerinin de aktif katılımıyla tam bir sürek avı başlatılmıştı.
Arap Afganlar için iki ihtimal de ölümden beterdi. İşkencenin her türlüsünün reva görüldüğü ve çoğu zaman sonu idamla sonuçlanan ihtimal. Mısır ve Tunus gibi ülkelere teslim edilen gençlerin akıbetinde olduğu gibi. Diğeri de, ABD'ye teslim edilen ve bugün bu ülkenin savaş esirlerine ne yaptığı bütün çıplaklığıyla bilinen ikinci ihtimal.
Bu iki opsiyon karşısında Arap Afganlar da kendi tercihlerini oluşturuyorlardı. O da; teslim olmak yerine "daha onurlu" ve "daha misyon yüklü" gördükleri ölümüne kavga. Hem kendi ülkelerine hem de ABD'ye karşı. Bu da bir kısmını istisna tutarsak dayatılmıştı onlara.
95-96 yıllarında teşekkül eden Afganistan Taliban hareketini ayrıca ele almak gerekir elbette. Bilen bilir, Afganistan ve Pakistan Talibanı Hanefi mezhebine sıkı sıkıya bağlıdır. Hanefi mezbehine müntesip olmakla hanefist olmanın iç içe geçtiği bir katılıkta mezheb bağlılığından bahsediyorum.
Afganistan cihadına iştirak eden Arap gençlerin çoğunluğunun ise selefi menşeyli olduğu bilinir. Mezheplere savaş açan, taklidi haram gören, din algıları birçok yerde Hanefilikten farklı olan bu gençler, nasıl oldu da Taliban hareketiyle beraber olmaya başladılar?
Yukarıda kısaca değindiğim ama öyküsünün ayrıca yazılması gereken tasfiye süreci zıt kutupları ortak düşmana karşı birlikteliğe zorladı. Birbirinin arkasında namaz kılmayan Hanefiler ve selefiler, ittifak etmek zorunda kaldılar. Bugün Pakistan'da yaşananları anlayabilmek için 30 yıllık bir tarih aralığından meseleye yaklaşmak gerek demiştim geçen yazılarda.
Cuma günü küçük bir haber dikkatimi çekti. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Pakistan konusunda tutarlı olmadıklarını belirtmiş. Hanımefendi şöyle demiş: "30 yıldır Pakistan'a zulmediyoruz." ABD'nin eski dönem Pakistan politikalarını topa tutan Clinton, 'zulümden' başka bu durumu açıklayacak bir kelime bulamadığını da söylemiş. (Yeni Şafak: 22 Mayıs 2009)
Biz de son yazılarımızda bu zulmü anlatmaya çalışmıştık. Ama anlaşılan o ki, yanlış politikalardan vazgeçmeye niyeti yok ABD'nin. ABD'nin Pakistan nükleer silahlarını kontrol altına almadan da Pakistan Talibanı ve El Kâide tehlikesini gündemden düşürmeyecek. Oyunu da bu yapıların eylem ve söylemleri üzerine kurmuş durumda.
Pakistan'ın nükleer silahı dünya baronlarını neden bu kadar rahatsız ediyor? Bu sorunun cevabını da gelecek yazıda arayalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.