Bir vali "ne idüğü" hakkında konuşursa...

Bir vali "ne idüğü" hakkında konuşursa...

İdarecinin Sesi dergisi bâyilerde satılmıyor; Türk İdareciler Derneği'nin meslekî yayın organı. Elimdeki nüsha 132. sayı olduğuna göre hayli eski, köklü bir dergi.
Ayıptır söylemesi, mütekaid Mülkiyeli olmam cihetiyle bu dergide ara sıra yazdığım oluyor. Benim Mülkiyeliliğim SBF mahreçli olmaklığımdan, vaktiyle "mülkî âmirlik"te bulunmak gibi bir kıdemim yok. Fakülteye girince anacığımın, "Oğlum okuyacak vali, kaymakam olacak." beklentisi yerini bulmadı anlayacağınız.

Meslek dergileri genellikle sıkıcı olur ve çıkaranlardan başka kimse doğru dürüst okumaz; "Türkiye'de İmar, Şehir ve İnsan" konulu bir kapakla yayınlanan "İdarecinin Sesi" dergisi, bu sayısında "Göğe komşu topraklar; Artvin" isimli bir özel dosyaya yer veriyor. Mübalağasız ifade ediyorum ki, yayıncı olmaktan ziyade İçişleri bürokrasisinin yukarılarında hizmet veren yöneticiler tarafından biçimlendirilen bu dergi, neredeyse haftalık kültür ve sanat dergilerinde gördüğümüz sıcaklık ve renkliliğe kavuşmuş. Her hâliyle, "Yaa, böyle mülkî âmirlerimiz de var öyle mii?" dedirten bir dergi. Genel Yayın Yönetmeni Yılmaz Kurt'u bu yayıncılık başarısından ötürü tebrik etmek, herhalde onun "mülki âmir" tarafını fazlaca tahriş etmeyecektir!

Sözü nereye getireceğim; Dergi'deki özel dosya kapsamında Artvin Valisi Cengiz Aydoğdu ile yapılan bir mülakat var. Ucundan okumaya başlayınca, "Aa, bu vali başka bir şey söylüyor; daha doğrusu söyleyeceğini vali gibi söylemiyor." duygusuna kapılıyorsunuz. Saklamanın âlemi yok; Cengiz Aydoğdu ile biz en az 15 yıllık komşu, arkadaş ve dostuz ve hukukumuz bu sıfatların ötesine de taşar. Kütüphanesiyle tayin yerine giden mülkî âmirlerdendir Cengiz Aydoğdu. Çok okur fakat okuduğunu iyi okur, gerekirse fâsılalarla birkaç defa, yeniden sindire sindire, not alarak okur ve ayrıntıları bir akademisyen dikkatiyle farkeder. Bu nitelikleri de onu, farklı bir idareci yapıyor; bakın ne diyor mülakatın bir yerinde: "Basında da bir 'vali tiplemesi' var. O tiplemeye uymayacak bir şekilde, o, bize biçilen rolün dışında konuştunuz mu, o zaman basın sizi bir şekilde cezalandırır. Yani belli konularda fikir beyan etmeyeceksiniz ya da basındaki o tipolojiye uygun konuşacaksınız. Basındaki idareci tiplemesi, genellikle (kimseyi itham etmek istemiyorum ama) konuştuğu halde hiçbir şey söylememek üzerine kurulmuş."

Ve yine devam ediyor, "Türkiye'de dünyanın hiçbir yerinde olmayan "ideolojik ve tarafgirâne bir bakış açısı" var. Tabii bu eleştirilerin bir derinliği de yoktur. Ciddi anlamda, altı doldurulabilen sağcılık, solculuk gibi bir bilgi birikimi bile yoktur ülkemizde. Sadece "yaftalamak" diyebileceğimiz içi kof, biraz kazınınca altından cehalet çıkan, bir, birbirimizi tasnif etme alışkanlığımız var. Bu 'tahsilli cehalet' maalesef bizim iletişim ortamımıza hâkimdir. Bundan yani bu tahsilli cehaletin gazabından idareci olarak biz de nasibimize düşeni alırız."

"Ara sıra "Devlet benim" gibi bir duygu oluyor mu insanda?" sorusuna ise şöyle cevap veriyor:

-İşte tam bu noktada insanların yetişme şekli, kişisel donanımlar, şahsiyet oluşumu gündeme geliyor. Siz vali veya kaymakam olarak ne düşünürseniz düşünün toplum sizi devlet olarak görüyor... Sizin hareketlerinizin tezahürünü o şekilde bekliyor, öyle anlamak istiyor. Eğer siz kendi donanımınız, yaşantınız, dünyaya bakışınız, söz ve fiiliyatınızla o vatandaşın bakışına uygun bir profil çizemiyorsanız iyi vali olamıyorsunuz. Bu nokta çok önemli. Tabii, önce sizin bunu yani vatandaşın bu bakışının tarihî köklerini anlamanız lazım. Vali veya kaymakamların bu konuya çok dikkat etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Popüler kanaatlerin dışında vatandaşın bir bakış açısı, yüz yıllardan beri gelen bir damar var. Bir köye gittiğinizde köylünün size "Vali Paşam" veya "Sayın Kaymakamım", "Sayın Valim" diye hitap ettiğinde, o sözün arkasında Oğuz Kağan'dan, Sultan Alpaslan'dan, Sultan Fatih'ten Atatürk'e kadar gelen bir çizginin hatta Hazreti Ömer'den, Peygamberimiz'den günümüze doğru uzanan bir hatıranın yükü olduğunu, etkisi olduğunu bilmemiz lazım.

...Örneğin, Artvin'de valinin makam aracı bayrakla gittiğinde sokakta rastlayan herkes ayağa kalkıp selam veriyor. O selam devletin ve milletimizin elbette, o bin yıllık geçmişin hatırasına hürmettir. Ve siz o arabanın içinde onu temsil ediyorsunuz, ona layık olmalısınız. En az o vatandaş kadar siz de o vatandaşa hürmet etmelisiniz. O manada devletin temsilcisi o vatandaştır. Bunu böyle bilmek lazım. Devletin asıl sahibi ve temsilcisi... Ülkenin gerçek gücü... O vatandaştır.

-Çok ağır bir sorumluluk olsa gerek?

-Kesinlikle çok ağır bir sorumluluk. Yani taşınması çok zor. Sadece o kadar değil, "bizden sonra görev yapacak insanlara da borcumuz var". Yıpranmamış, pörsümemiş, gölgelenmemiş itibarlı bir valilik müessesesini haleflerimize, bizden sonra gelenlere "temiz" bırakmak zorundayız. Tabii, burada işin ruhunu kastediyorum. Şimdi, böyle baktığımızda vali olmaya çalışıyoruz diyorum ben. İnşallah milletimin nazarındaki vali olabiliriz diyorum. Bunun da çok zor olduğunu düşünüyorum... Burada biraz özeleştiri yapıyorum, belki itham ediyorum, belki arkadaşlarım, meslektaşlarım bana kızacaklar ama o 5442 sayılı kanundaki şekliyle devletin ve hükümetin temsilcisiyiz diyebilmemiz için ifade edilen bu "ideal durum"u gerçekleştirebilmek için birkaç fırın ekmek yememiz lazım!"

Şehirlerde gündelik hayatın akışı esnasında vilayet forslu siyah arabaların içinde geçip giderken yüzlerini pek az gördüğümüz valilerin, kullandıkları otorite ile nasıl hesaplaştıklarını merak ederim öteden beri. Cengiz Aydoğdu bu konu hakkında çok dikkate değer bir tahlil getiriyor:

-Otoritesiniz... Ne var ki o şartlarda düşünce olmuyor. Yani düşüncenin olması için tezatların olması lazım, can sıkıntısının olması lazım. Düşüncenin olması için karşılıklı haberleşmenin olması lazım. Mevlânâ, "can haber almakla can olur" diyor. Size itiraz edilmeli, siz itiraz etmelisiniz. Bürokrasi haberleşmez. Emir alır, emir verir. Talimat alır, tekmil verir. Buna haberleşme denemez. Hâlbuki düşüncenin olması için bir beyin fırtınası, bir düşünme ve söyleme anaforunun olması lazım. İşte ben doğru söylüyorum, ama bunun dayanaklarını nasıl ifade edebilirim, bunları nasıl ispatlayabilirim filan gibi kafanızı patlatmalısınız. İşte o zaman düşünce oluyor. Öbür türlü buyruk veriyorsunuz, talimat veriyorsunuz, emir veriyorsunuz. Emir veren insan düşünmez demek istemiyorum ama çok düşünmeden emir verilse de oluyor.

-Bu yönüyle valiler yalnız mı?

-Elbette. Bu yönüyle valilere yardımcı olmak lazım. Valilerin de kendilerine yardımcı olmaları lazım. Valiliğin insanı çarpan yanları var. İşte o makam arabaları, korumaları, vesaire... O girdaba, o türbülansa girmemek lazım. Bunun için de çok okumak lazım. Size yanlışlarınızı söyleyen, sizi eleştirebilen dostlarla, insanlarla görüşüp konuşmak lazım.

- Sayın valim siz bizim ezberlerimizi bozuyorsunuz. Valiler pek yanlış yapmaz diye biliyorduk ama?

-Evet, valilerin yanlışları düzeltilmez. Yanlışı düzeltilmeyen insan dünyanın en talihsiz insanıdır. Allah bize yanlışımızı düzelten dostlar versin. Onun için, valilere de yanlışlarını düzelten yardımcılar versin, memurlar versin, arkadaşlar versin. Belki bunun için valilerimiz idari tavırlarında, çevresindeki insanların konuşmasına fırsat vermeli. Bürokratik iletişim bizde düşünceye yer vermeyen, alternatife yer vermeyen bir yapıda. Yani bilginin bir tedavül değeri olmalı, düşüncenin tedavül değeri olmalı.

*

Cengiz Aydoğdu'nun, "Bize velvele düştü" başlığıyla yayınlanan edebî ve kültürel denemelerinin, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2005 yılında "deneme" ödülüne lâyık görüldüğünü söylemiş miydim?..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi