Kur'ân'a uygun iman...
Bir vakit bir aklıevvel bana “Siz hep îmanla, tevhidle meşgulsünüz; îmanı elle tutulur bir şey mi zannediyorsunuz?” demişti. Ben de ona “Kur’ân’ın üçte biri tevhidden bahseder, daha sonra nübüvvet, daha sonra ubudiyet, daha sonra da haşir ve adalet bahisleri vardır ki, bunlara anasır-ı erbaa denilir.
Hem Kur’ân’da ‘îman’, ‘hicret’, ‘cihad’ sıralaması vardır. Bizim rehberimiz Kur’ân ve sünnettir, yoksa sizinki başka bir şey mi?” diye sormuştum. Yüz ifadesini hâlâ hatırlıyorum...
Niyetim onu mahcup etmek değildi, ama bu katı basiretsizlik beni sinirlendirmişti. ölçülerin usullerin bırakın avam kesimini, toplulukları arkasından sürükleyen bir şahıs nezdinde boca olduğunu göreceğim ve ondan böyle abuk sabuk bir değerlendirme işiteceğim hiç aklıma gelmezdi.
İlgili ilgisiz herkesin müçtehid kesildiği, imanın ve imanın tezahürü olan hayat tarzlarının ve bilhassa tesettürün seküler cinnetle malul densizler tarafından ayaklar altına alınmak istendiği şu günlerde bu önemli konuyu bir kez daha ele almak istedim.
âlimler, îmânı ‘taklîdî’ ve ‘tahkiki’ olmak üzere iki kısma ayırırlar. Taklîdî îman, kişinin delilsiz bir şekilde etrafından öğrenmiş olduğu şeylere îman etmesidir. Tahkîkî îman ise delillerle Allah’a adeta görüyormuş gibi îman etmektir. âlimler her Müslümanın îmânını taklidden tahkike yükseltmesinin farz olduğunda, her ne kadar taklîdî iman sahihse de imanını kuvvetlendirmeyenlerin günahkar olacağında müttefiktirler. (Bkz. Aliyyül Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.383, çağrı Yay.)
ömer Nasuhi Bilmen merhum bu hususta şunları söyler: “Her mümin için lazımdır ki tasdîk-i kalbîsini burhana mükarin kılsın, mesâil-i itikadiyesini delilleriyle beraber öğrensin; maamafih bir kimse dini hükümleri böyle nazar ve istidlal ile değil de mücerret taklid yoluyla – mesela pederinden mualliminden, sözüne itimad ettiği kimselerden işitmek suretiyle – bilip cezmen tasdik etse gene imanı sahih ve bununla sevap kazanır. (...) Şu kadar var ki nazar ve istidlal (yani kâinata ibret nazarıyla bakıp onların sayesinde Allah’a imanını kuvvetlendirmek) farzdır. Herkes takati miktarınca im’an-ı nazarda bulunmakla mükelleftir. [Ulemâ Kur’an’da kâinata nazar etmeyi emreden pek çok ayetten yola çıkarak “nazar” yani kainata bakarak imanı kuvvetlendirmek farzdır demişlerdir] binaenaleyh nazar ve istidlali terkedenler günahkar olurlar. (Muvazzah, ilm-i Kelam, 105)
Kur’ân’ın pek çok âyeti kâinata ibretle nazar edip tefekkür ederek, insanların îmanını tahkîkî hale getirmesini emretmekle beraber, bu hususa pek çok hadis de işaret etmektedir. Mesela meşhur ‘ihsan’ hadisinde “İhsan Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor” buyrulmuştur. Aynı manayı ifade eden şöyle bir hadis de vardır: “îmânın en üstünü nerede olursan ol Allah’ın seninle olduğunu bilmendir”.
İnsanın nefsine uyarak günahlara gitmesinin, kendini günahlardan kurtaramamasının, ibadet etmeyişinin veya ibadet etse de ibadetlerine riya, ucub gibi hislerin karışmasının -hepsinin- temelinde îman zaafiyeti vardır. Nefsânî arzulardan kurtularak, ibadetlerde ihlasa ermek îmânın kuvvetlenmesiyle olur.
Günümüzde pozitivist bir alt yapıya oturtulmuş fenler, açıkça Allah’ı inkâr etmeseler de, zımni olarak Allah’ın kâinata müdahalesini reddederler. Bu fenler kâinatta meydana gelen bütün olayları; ya tabiata, ya sebeplere nispet ederler, ya da meydana gelen olayların kendi kendine olduğunu iddia ederler. Dünyanın hareketleri, bulutların oluşumu, yağmurun yağması, deprem gibi bütün kevnî hadiseler, daima bu maddeci anlayışla izah edilir. Uzun yıllar okullarda bu fenleri okuyan insanlar da ister istemez meydana gelen olaylara bu perspektiften bakmaya başlarlar ve zihinleri buna göre şekillenir. Bu eğitimin tesiriyle bir kısım insanlar küfre kolaylıkla gidebilirler. Küfre gitmeyen, ama eğitimin tesirinde kalanlar ise, -Aristo’nun tarif ettiği gibi- kâinata müdahale etmeyen bir Allah anlayışına sahip olurlar. Bu ise -bazen- insanı bilmeden küfre götürecek bir anlayıştır. çünkü Kur’ân’ın bize anlattığı Allah, her an, zerrelerden güneşlere varıncaya kadar kudreti her yerde tecelli eden bir Allah’tır.
Allah’a inanmak mühimdir ama bu inancın da Kur’ân’a uygun olması şarttır.
Bu önemli konuyu önceki akşam Kütahya’da Gönüllü Teşekküller’in düzenlediği “Niçin inanıyoruz?” başlıklı panelde ele aldık. Programı düzenleyenlere bir kez daha buradan teşekkür ediyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.