Zekat nimetinden yeterince yararlanamamak
Zekât, Allah’ın kullarına ihsan ettiği bir ziyafettir, mükemmel bir
sosyal güvenlik nimetidir. Bütün semavi dinlerin aslında zekât
ibadetinin var olduğunu Kur’an bize haber vermektedir.
Zekât, İslâm’ın beş temel emrinden biridir. İslâm toplumlarını ayakta
tutan temel taşlardan biridir zekât… Bir ibadet olarak bugün zekât emri
ile muhatap olanlar sadece Müslümanlardır. Fakat sitem bazında bu
nimetten Müslüman olmayanlar da yararlanabilirler.
Zekât, bir ibadet olma yanında, dünya hayatına bakan sosyal ve ekonomik
bir olgudur. Zekât malî bir ibadettir. Yani mal harcamak suretiyle
Allah’a kulluğun gösterilmesidir.
Zekât, dünyevi bir faaliyetin ibadetleşmesidir. Zekât, dinin dünya
hayatından ayrı tutulamayacağının çok açık bir göstergesidir.
Zekât, aynı zamanda insanlara paylaşmayı öğreten bir ibadet şeklidir.
Toplumu paylaşma noktasında eğitir; Müslümanın sadece kendisi için
değil, aynı zamanda toplumu için de yaşadığını, yaşaması gerektiğini
gösterir.
Yalnız ruha gıda veren ve ruhsal yapıyı tatmin eden namaz ve zikirlere
karşın, bedenin ve dünya hayatının korunmasını ve ruh ile beden arasında
bir denge unsurunun kurulmasını sağlar. Zekâtın sayılmayacak kadar çok
hikmetleri vardır.
Müslümanlar, yükümlü bulundukları diğer kulluk şekilleri arasında, malı
ilgilendirmeyen ibadetlere daha çok ilgi duymuşlar ve bunları yerine
getirmede daha çok gayret göstermişlerdir. Oysa zekât ibadeti Kur’an-ı
Kerim’de 28 yerde namaz ile birlikte ısrarla tavsiye edilmiş olup bu iki
temel ibadet arasında herhangi bir ayırım yapılmamıştır.
Allah Teâlâ, namaz ile zekâtı kardeş ibadetler olarak emretmiştir. Fakat
ne yazık ki, Müslümanlar, uygulamada namaza daha çok ağırlık vermişler
ve zekâtı unutmuşlardır. Namazı hem eda etmişler, hem de onu
kurumlaştırmışlar; namazdan gereğince yararlanmaya çalışmışlardır. Fakat
zekâttan gereği gibi yararlanamamışlar, onu yaşamada oldukça zaaf
göstermişlerdir. Bunun bir sebebi namaz, dua ve zikir diğer ibadet
şekillerinin malı ilgilendirmemesidir. Eğer zekât İslâm toplumlarında
hakkıyla yaşansaydı, İslâm dünyasında fakir olan tek bir fert kalmaz,
ihmal edilen tek bir hizmet bulunmazdı.
Kanaatimizce, namaza göre zekâtın daha geri planda kalmasının iki temel
sebebi vardır: Biri Müslümanların büyük çoğunluğunun zengin sayılacak
kadar malvarlığına sahip olmamasıdır. Bilindiği gibi, fakirler zekât
vermekle yükümlü değillerdir. Oysa zekâtın namazla birlikte tavsiye ve
emredilmesinin bir hikmeti de Müslümanların bu ibadeti ifa edecek
seviyeye ulaşmalarını sağlamaktır. Yani Müslümanların zengin olmalarını
ve zekât ibadetini yerine getirerek sevap kazanmalarını sağlamaktır.
Müslümanlar, işte bu hikmeti kavrayamadıkları ve Kur’an’dan gerekli
mesajı alamadıkları için, zekât ibadetini yerine getirme faziletinden
yoksun kalmışlardır. Tabiri caizse, Müslümanlar kardeş olan bu iki
ibadeti bir birinden ayırmışlar, zekâta bir tür üvey muamelesi yaparak
onu ihmal etmişlerdir. Bununla beraber, Müslümanlar arasında, zengin
olduğu halde, zekât hükümlerini öğrenmeyen, ona gereken önemi
vermeyenler maalesef çoğunluktadır.
Zekât, ilahî mükellefiyet yükleyen bir emirdir. Müslümanların
kendilerinin zekâtla yükümlü olup olmadıklarını anlayabilmek için, her
şeyden önce zekât hükümlerini okuyup, öğrenmeleri; uzmanlarından bilgi
alarak zekât muhasebesi yapmaları gerekir. Çağdaş zengin Müslümanların
çoğu bunu yapmamaktadır. Zenginlerin her birinin zekât muhasiplerinin
olması gerekir.
Zekât ibadetinin yaşanmamasının bir diğer sebebi de
kurumlaştırılmamasıdır. Bir ilahi emir eğer kurumlaştırılırsa, gözler
önüne getirilerek özendirilmiş olur ve yaşanması daha kolay olur.
Zekâtın ihmal edilen bir başka yönü vardır. O da çağımızda zekâttan
yeterince yararlanamamaktır. Bunun sebebi halkımıza önderlik etmesi
gereken âlimlerin, zekâttan gereği gibi yararlanamaması, zekât hakkında
ortaya konan beşeri hükümleri aşamaması ve çağımızın ihtiyaçlarına göre
yorum yapmaması, yapamaması ve bu hususta ısrarcı davranmasıdır.
Zekâtın ilk dönemlerdeki uygulamasında, o dönemlerin şartlarına ve
toplumların o zamanki ihtiyaçlarına göre ortaya çıkan yorumları, ilahî
bir hüküm gibi algılayıp dondurmak ve bugün yaşayan insanların
ihtiyaçlarına göre bir düzenleme yapmamakta ısrar etmek en önemli bir
sebeptir.
Bu hükümlerden biri temlik meselesidir. Bir diğeri fisebilillah’ın
sadece gaziler, hacılar ve benzeri birkaç manaya hasredilmesi, Kur’an ve
sünnetin geniş tuttuğu kavramların daraltılması ve kurumsal yönü ağır
basan zekâtın, ferdi olarak yaşanma ve yaşatılma çabalarının öne
çıkmasıdır; kullara ait yorumların Allah’ın koyduğu hükümlerin önüne
geçmesi, geçirilmesidir.
Bugün zekâtın binalara verilip verilmeyeceği meselesi günümüzün
konusudur. Diyanet camiası ve dar çerçeveli dini anlayışa sahip olan
zatlar tarafından, son derece dar açılar çizilerek bina yapımına zekât
verilemeyeceği hususu, düşünce olarak da fetva olarak da ifade
edilmektedir. Bu fetvalarda delil olarak gösterilen nokta, temlikin
gerçekleşmediği hususudur. Oysa bu beşeri bir yorumdur, dini bir delil
olamaz.
Bu gibi fetvalarla maalesef birçok sosyal hizmetin ihmal edilmesine
sebebiyet verilmektedir. Ne Allah’ın kitabında ne Resûlü’nün sünnetinde
ve ne de fıkıh kaynaklarında, zekâtın binalara verilemeyeceği hakkında
bir hüküm bulunmamasına rağmen, hâlâ temlik olmuyor diye iddia ederek
buna karşı çıkmanın mantığını anlamamız mümkün değildir. Hayır hizmeti
ifa eden bir vakfa yahut bir derneğe makbuz karşılığında verilen zekâtı,
daha sonra zekât veren kişi gidip geri istese, bu malı geri alabilir mi?
Asla alamaz. İşte temlik gerçekleşmiştir.
Buna rağmen temlikin gerçekleşmediğini iddia etmek ve bu iddiaya dayalı
olarak toplumun önündeki bir kolaylığa karşı çıkmak, kanaatimizce
isabetli bir tutum değildir. İlahî bir emrin ifasında beşeri görüşleri
ve tarihteki toplumsal ihtiyaçlarına ve şartlarına göre ileri sürülen
görüşleri ve buna bağlı olarak yapılan yorumları öne çıkarmak, ilahî
kelamı ikinci planda itmektir.
Oysa bir İslâm âliminin, yorum ve düşünceleri Kur’an’ın önüne geçemez,
geçmemelidir, geçirilmemelidir. Merhum Bediuzzaman bu önemli noktaya
işaret ederek çağdaş âlimleri uyarmaktadır. Âlimlerin kendi yorumlarını
Allah’ın hükümlerine takdim etmemeleri gerektiğini söylüyor. Ne türlü
bilgi verirse versin, âlimler Kur’an hakikatlerini gösterme çabası
içinde olmalıdırlar, diyor. Oysa bugün yapılan şey, âlimlerin
görüşlerinin Kur’an’a gölge düşürmesi ve Kur’an’ın önüne geçirilmesidir.
İşte bu tutumdan vazgeçilmesi gerekir; hangi konuda olursa olsun,
Kur’an’ın görüşü daima önde olmalıdır. Bediuzzaman’ın ifadesiyle, Beşeri
görüşler Kur’a’na gölge etmemelidir.
Zekât uygulamasında, temlikin gerçekleşmediğini ileri sürerek binaların
inşasına verilen zekâtın geçerli olmadığı hakkındaki bilginin dini bir
dayanağı yoktur. Burada sadece temlik kavramının yorumu söz konusudur.
Yorum insanları bağlamaz. Yorum zekât gibi çok önemli bir sosyal
güvenlik emrinin kurumlaşmasına engel teşkil edemez.
Kanaatimizce, zekât fakir şahıslara verileceği gibi, fakirlerin bütün
ihtiyaçlarına da verilebilir. Bu ihtiyaç bina olabileceği gibi,
binaların donanımı, araç ve gereçler, bütün hayırlı hizmetler buna
dâhildir. Askeri harcamalarla, eğitimsel, öğretimsel, bilimsel ve
teknolojik tüm harcamalar da fisebilillah kavramına dâhildir. İttifak
derecesinde İslâm âlimlerinin görüşü budur.
Biz, zekât hükümlerini ferdi manası ile değil, kurumsal anlamı ile
düşünüyor; Kur’an ve sahih sünnette yer aldığı şekliyle, evrensel ilahi
bir kurum olması gerektiğini savunuyor, mütalâamızı buna göre
yürütüyoruz.
Zekât hükümleri ve bu hükümler çerçevesinde ifade edilen kavramlar son
derece geniş bir çerçeve çizerler. Bu çerçeveyi kullar daraltamazlar.
Tarihteki müçtehitlerin verdikleri manalar ve yaptıkları yorumlar ise
Ku’an hükümlerini daraltmak amacını taşımamaktadır. Onlar belki sivil
otoritelerini ve şahsi inisiyatiflerini kullanarak, yaşadıkları
dönemdeki acil ihtiyaçlara cevap vermeye çalışmışlardır. Yaptıkları
yorumların dışında bir yorum yapılmayacağı ya da Kur’an hükmünün sadece
kendi yorumlarından ibaret olduğu iddiasında asla bulunmamışlardır.
Aksine, başka yorumların da gerçeği ifade etmesi halinde, kendi
görüşlerinden vaz geçebileceklerini ifade etmişlerdir. Müçtehit
âlimlerin yorumlarının, Kur’an ve sünnetteki hükümleri daraltıcı ve
sınırlandırıcı olduğunu kabul edenler, sonradan gelenler ve müçtehit
olmayan kimselerdir.
İşte bu zatların daraltıcı yorumları, çağımızda Müslümanların, ilahî bir
nimet olan zekâttan yeterince ve gereğince yararlanamamasına sebep
olmaktadır.
Bırakalım da Müslümanlar, Kur’an ve sahih sünnetin geniş olan
rahmetinden yararlansınlar, zekât ibadetini kurumlaştırsınlar, bu
ibadeti doyarak yaşasınlar, bunun için beşeri engellerle
karşılaşmasınlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.