Yunus Vehbi Yavuz

Yunus Vehbi Yavuz

Zekat nimetinden yeterince yararlanamamak

Zekat nimetinden yeterince yararlanamamak

Zekât, Allah’ın kullarına ihsan ettiği bir ziyafettir, mükemmel bir

sosyal güvenlik nimetidir. Bütün semavi dinlerin aslında zekât

ibadetinin var olduğunu Kur’an bize haber vermektedir.
Zekât, İslâm’ın beş temel emrinden biridir. İslâm toplumlarını ayakta

tutan temel taşlardan biridir zekât… Bir ibadet olarak bugün zekât emri

ile muhatap olanlar sadece Müslümanlardır. Fakat sitem bazında bu

nimetten Müslüman olmayanlar da yararlanabilirler.
Zekât, bir ibadet olma yanında, dünya hayatına bakan sosyal ve ekonomik

bir olgudur. Zekât malî bir ibadettir. Yani mal harcamak suretiyle

Allah’a kulluğun gösterilmesidir.
Zekât, dünyevi bir faaliyetin ibadetleşmesidir. Zekât, dinin dünya

hayatından ayrı tutulamayacağının çok açık bir göstergesidir.
Zekât, aynı zamanda insanlara paylaşmayı öğreten bir ibadet şeklidir.

Toplumu paylaşma noktasında eğitir; Müslümanın sadece kendisi için

değil, aynı zamanda toplumu için de yaşadığını, yaşaması gerektiğini

gösterir.
Yalnız ruha gıda veren ve ruhsal yapıyı tatmin eden namaz ve zikirlere

karşın, bedenin ve dünya hayatının korunmasını ve ruh ile beden arasında

bir denge unsurunun kurulmasını sağlar. Zekâtın sayılmayacak kadar çok

hikmetleri vardır.
Müslümanlar, yükümlü bulundukları diğer kulluk şekilleri arasında, malı

ilgilendirmeyen ibadetlere daha çok ilgi duymuşlar ve bunları yerine

getirmede daha çok gayret göstermişlerdir. Oysa zekât ibadeti Kur’an-ı

Kerim’de 28 yerde namaz ile birlikte ısrarla tavsiye edilmiş olup bu iki

temel ibadet arasında herhangi bir ayırım yapılmamıştır.
Allah Teâlâ, namaz ile zekâtı kardeş ibadetler olarak emretmiştir. Fakat

ne yazık ki, Müslümanlar, uygulamada namaza daha çok ağırlık vermişler

ve zekâtı unutmuşlardır. Namazı hem eda etmişler, hem de onu

kurumlaştırmışlar; namazdan gereğince yararlanmaya çalışmışlardır. Fakat

zekâttan gereği gibi yararlanamamışlar, onu yaşamada oldukça zaaf

göstermişlerdir. Bunun bir sebebi namaz, dua ve zikir diğer ibadet

şekillerinin malı ilgilendirmemesidir. Eğer zekât İslâm toplumlarında

hakkıyla yaşansaydı, İslâm dünyasında fakir olan tek bir fert kalmaz,

ihmal edilen tek bir hizmet bulunmazdı.
Kanaatimizce, namaza göre zekâtın daha geri planda kalmasının iki temel

sebebi vardır: Biri Müslümanların büyük çoğunluğunun zengin sayılacak

kadar malvarlığına sahip olmamasıdır. Bilindiği gibi, fakirler zekât

vermekle yükümlü değillerdir. Oysa zekâtın namazla birlikte tavsiye ve

emredilmesinin bir hikmeti de Müslümanların bu ibadeti ifa edecek

seviyeye ulaşmalarını sağlamaktır. Yani Müslümanların zengin olmalarını

ve zekât ibadetini yerine getirerek sevap kazanmalarını sağlamaktır.
Müslümanlar, işte bu hikmeti kavrayamadıkları ve Kur’an’dan gerekli

mesajı alamadıkları için, zekât ibadetini yerine getirme faziletinden

yoksun kalmışlardır. Tabiri caizse, Müslümanlar kardeş olan bu iki

ibadeti bir birinden ayırmışlar, zekâta bir tür üvey muamelesi yaparak

onu ihmal etmişlerdir. Bununla beraber, Müslümanlar arasında, zengin

olduğu halde, zekât hükümlerini öğrenmeyen, ona gereken önemi

vermeyenler maalesef çoğunluktadır.
Zekât, ilahî mükellefiyet yükleyen bir emirdir. Müslümanların

kendilerinin zekâtla yükümlü olup olmadıklarını anlayabilmek için, her

şeyden önce zekât hükümlerini okuyup, öğrenmeleri; uzmanlarından bilgi

alarak zekât muhasebesi yapmaları gerekir. Çağdaş zengin Müslümanların

çoğu bunu yapmamaktadır. Zenginlerin her birinin zekât muhasiplerinin

olması gerekir.
Zekât ibadetinin yaşanmamasının bir diğer sebebi de

kurumlaştırılmamasıdır. Bir ilahi emir eğer kurumlaştırılırsa, gözler

önüne getirilerek özendirilmiş olur ve yaşanması daha kolay olur.
Zekâtın ihmal edilen bir başka yönü vardır. O da çağımızda zekâttan

yeterince yararlanamamaktır. Bunun sebebi halkımıza önderlik etmesi

gereken âlimlerin, zekâttan gereği gibi yararlanamaması, zekât hakkında

ortaya konan beşeri hükümleri aşamaması ve çağımızın ihtiyaçlarına göre

yorum yapmaması, yapamaması ve bu hususta ısrarcı davranmasıdır.
Zekâtın ilk dönemlerdeki uygulamasında, o dönemlerin şartlarına ve

toplumların o zamanki ihtiyaçlarına göre ortaya çıkan yorumları, ilahî

bir hüküm gibi algılayıp dondurmak ve bugün yaşayan insanların

ihtiyaçlarına göre bir düzenleme yapmamakta ısrar etmek en önemli bir

sebeptir.
Bu hükümlerden biri temlik meselesidir. Bir diğeri fisebilillah’ın

sadece gaziler, hacılar ve benzeri birkaç manaya hasredilmesi, Kur’an ve

sünnetin geniş tuttuğu kavramların daraltılması ve kurumsal yönü ağır

basan zekâtın, ferdi olarak yaşanma ve yaşatılma çabalarının öne

çıkmasıdır; kullara ait yorumların Allah’ın koyduğu hükümlerin önüne

geçmesi, geçirilmesidir.
Bugün zekâtın binalara verilip verilmeyeceği meselesi günümüzün

konusudur. Diyanet camiası ve dar çerçeveli dini anlayışa sahip olan

zatlar tarafından, son derece dar açılar çizilerek bina yapımına zekât

verilemeyeceği hususu, düşünce olarak da fetva olarak da ifade

edilmektedir. Bu fetvalarda delil olarak gösterilen nokta, temlikin

gerçekleşmediği hususudur. Oysa bu beşeri bir yorumdur, dini bir delil

olamaz.
Bu gibi fetvalarla maalesef birçok sosyal hizmetin ihmal edilmesine

sebebiyet verilmektedir. Ne Allah’ın kitabında ne Resûlü’nün sünnetinde

ve ne de fıkıh kaynaklarında, zekâtın binalara verilemeyeceği hakkında

bir hüküm bulunmamasına rağmen, hâlâ temlik olmuyor diye iddia ederek

buna karşı çıkmanın mantığını anlamamız mümkün değildir. Hayır hizmeti

ifa eden bir vakfa yahut bir derneğe makbuz karşılığında verilen zekâtı,

daha sonra zekât veren kişi gidip geri istese, bu malı geri alabilir mi?

Asla alamaz. İşte temlik gerçekleşmiştir.
Buna rağmen temlikin gerçekleşmediğini iddia etmek ve bu iddiaya dayalı

olarak toplumun önündeki bir kolaylığa karşı çıkmak, kanaatimizce

isabetli bir tutum değildir. İlahî bir emrin ifasında beşeri görüşleri

ve tarihteki toplumsal ihtiyaçlarına ve şartlarına göre ileri sürülen

görüşleri ve buna bağlı olarak yapılan yorumları öne çıkarmak, ilahî

kelamı ikinci planda itmektir.
Oysa bir İslâm âliminin, yorum ve düşünceleri Kur’an’ın önüne geçemez,

geçmemelidir, geçirilmemelidir. Merhum Bediuzzaman bu önemli noktaya

işaret ederek çağdaş âlimleri uyarmaktadır. Âlimlerin kendi yorumlarını

Allah’ın hükümlerine takdim etmemeleri gerektiğini söylüyor. Ne türlü

bilgi verirse versin, âlimler Kur’an hakikatlerini gösterme çabası

içinde olmalıdırlar, diyor. Oysa bugün yapılan şey, âlimlerin

görüşlerinin Kur’an’a gölge düşürmesi ve Kur’an’ın önüne geçirilmesidir.

İşte bu tutumdan vazgeçilmesi gerekir; hangi konuda olursa olsun,

Kur’an’ın görüşü daima önde olmalıdır. Bediuzzaman’ın ifadesiyle, Beşeri

görüşler Kur’a’na gölge etmemelidir.
Zekât uygulamasında, temlikin gerçekleşmediğini ileri sürerek binaların

inşasına verilen zekâtın geçerli olmadığı hakkındaki bilginin dini bir

dayanağı yoktur. Burada sadece temlik kavramının yorumu söz konusudur.

Yorum insanları bağlamaz. Yorum zekât gibi çok önemli bir sosyal

güvenlik emrinin kurumlaşmasına engel teşkil edemez.
Kanaatimizce, zekât fakir şahıslara verileceği gibi, fakirlerin bütün

ihtiyaçlarına da verilebilir. Bu ihtiyaç bina olabileceği gibi,

binaların donanımı, araç ve gereçler, bütün hayırlı hizmetler buna

dâhildir. Askeri harcamalarla, eğitimsel, öğretimsel, bilimsel ve

teknolojik tüm harcamalar da fisebilillah kavramına dâhildir. İttifak

derecesinde İslâm âlimlerinin görüşü budur.
Biz, zekât hükümlerini ferdi manası ile değil, kurumsal anlamı ile

düşünüyor; Kur’an ve sahih sünnette yer aldığı şekliyle, evrensel ilahi

bir kurum olması gerektiğini savunuyor, mütalâamızı buna göre

yürütüyoruz.
Zekât hükümleri ve bu hükümler çerçevesinde ifade edilen kavramlar son

derece geniş bir çerçeve çizerler. Bu çerçeveyi kullar daraltamazlar.

Tarihteki müçtehitlerin verdikleri manalar ve yaptıkları yorumlar ise

Ku’an hükümlerini daraltmak amacını taşımamaktadır. Onlar belki sivil

otoritelerini ve şahsi inisiyatiflerini kullanarak, yaşadıkları

dönemdeki acil ihtiyaçlara cevap vermeye çalışmışlardır. Yaptıkları

yorumların dışında bir yorum yapılmayacağı ya da Kur’an hükmünün sadece

kendi yorumlarından ibaret olduğu iddiasında asla bulunmamışlardır.

Aksine, başka yorumların da gerçeği ifade etmesi halinde, kendi

görüşlerinden vaz geçebileceklerini ifade etmişlerdir. Müçtehit

âlimlerin yorumlarının, Kur’an ve sünnetteki hükümleri daraltıcı ve

sınırlandırıcı olduğunu kabul edenler, sonradan gelenler ve müçtehit

olmayan kimselerdir.
İşte bu zatların daraltıcı yorumları, çağımızda Müslümanların, ilahî bir

nimet olan zekâttan yeterince ve gereğince yararlanamamasına sebep

olmaktadır.
Bırakalım da Müslümanlar, Kur’an ve sahih sünnetin geniş olan

rahmetinden yararlansınlar, zekât ibadetini kurumlaştırsınlar, bu

ibadeti doyarak yaşasınlar, bunun için beşeri engellerle

karşılaşmasınlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yunus Vehbi Yavuz Arşivi