Cumhuriyetin “mânevî potansiyelinin bataryaları boş…”
Cumhuriyetin 86. yılında Türkiye, gerçek bir demokratik Cumhuriyete muhtaç. Cumhuriyetin “mânâsız isim ve resim”den ve demokrasiyi lekelendiren “ideolojik devlet” zihniyetinden kurtulmasının gereği, her alanda bir zarûret olarak ortaya çıkıyor.
Gerçek şu ki devlet-millet kaynaşmasını önleyen, milletin inanç değerleri ve mânevî birlik bağları üzerinde bütünleşmesini engelleyen ve cumhuriyeti “mutlak istibdad”a çeviren resmî ideolojiden türeyen problemler, Türkiye’nin önünü tıkıyor.
Hakikî bir hürriyetin, gelişmiş bir demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, insan haklarının, inanç, ibadet ve ifâde hürriyetinin olmadığı bir Türkiye’de, “tek parti”nin jakoben uygulamaları demokratik cumhuriyetin önündeki en büyük engel. “Batıcılık” ve “Batının bir parçası olmak” hesabına dayatan dayatmacılık, cumhuriyeti zehirliyor…
Bunun içindir ki bütün darbeler, ara rejimler, ağır aksak da olsa yürüyen demokrasi inkıtaları, Cumhuriyeti tekeline alan darbeci zihniyetin hâlâ milleti, inanç ve kültür değerlerini hiçe sayan, mânevî değerleri inciten “hürriyetin en geniş şekli olan Cumhuriyet”in âdeta tersyüz edilerek dinden bîbehre, inanç hürriyetinden yoksun, “lâdinî Cumhuriyet”e dönüştürülen çıkmazlara sürüklüyor…
“AÇILAN MÂNEVÎ ÇUKURLAR…”
Bunun içindir ki Cumhuriyetin 86. yılında Cumhuriyeti “koruma ve kollama” maskesinde “mutlak bir istibdat”tan kalma “irtica ile mücadele eylem plânı” komedisine başvuruluyor. Bütün dünyanın gözü önünde gülünç duruma düşülüyor.
Doğrusu, dinden, tarihten, mânevî kültürden mahrumiyetin milletin “mânevî potansiyelimizin bataryalarını boşalttığını” bizzat M. Kemal tarafından itiraf edilmekte…
Bu konuda yeni rejimin “meddahları”ndan Ruşen Eşref Ünaydın’ın bir “anısı”nı anlatan İsmet Bozdağ’ın yazdıkları, ibretlere dolu. (Milliyet, 16.11.1974)
1928 ya da 29 yılında, sıcak bir yaz günü Yalova’daki “Köşkü”nde M. Kemal’le başbaşa konuştuklarını; ancak “düşünceli ve konuşurken gözleri arasıra dalan hali üzerine ayrılmak için izin isterken, “Otur seninle bir şey konuşacağım” dediğini belirten Ünaydın, sohbetin gerisini şöyle anlatır:
“Ne diyeceğini bekliyordum. O, masanın üzerinde duran bir kitabı eliyle gösterdi; tarih felsefesiyle ilgili Fransızca bir kitaptı. ‘Bunu okudum, bütün rahatım kaçtı’ dedi. Ben telâşlandım; ‘Aman Paşam nasıl bir kitap bu böyle, müsaadenizle göreyim diye kitaba uzanacak oldum, beni eliyle durdurdu: ‘Bırak şimdi. Kitap önemli değil, yazdıklarını sen de ben de biliyoruz. Ama gözden kaçırdığım önemli bir problemi bana hatırlatmış oldu, derin derin düşünmeye başladım…
“Bir süre sustu ve gökyüzü gibi gözleriyle yüzüme bakarak; ‘Yaptıklarımız tehlikede!’ dedi. Ben heyecanla sordum; ‘Hangi yaptıklarımız?’, ‘Cumhuriyet dahil, ne yapmışsak!..”
Ünaydın’ın “Aman Paşam olamaz, her şey ilerlediğimizi gösteriyor, nasıl tehlikede olabilir?” diye övgülerine devam etmesi üzerine M. Kemal’in söyledikleri, 86 yıllık Cumhuriyet döneminin yanlışını özetler: “Maddî potansiyelimiz yerinde ama mânevî potansiyelimizin bataryaları boş. Bir Alman düşünürü olan Ludwing Büchner, “mânevî boşlukları doldurulamamış, beslenmemiş milletlerin, hangi maddî düzeyde olursa olsun, bir çökeceğini ispatlar.”
Devamında yazarın, “tarihten, zaferlerden, büyük adamlardan yoksun milletler, maddî imkânları yerinde de olsa, ciddî bir sallantıya dayanamazlar” tesbitini aktaran M. Kemal, şöyle der: “Birdenbire düşündüm; ‘laikiz’ dedik, dinle ilişkimizi kestik. ‘Cumhuriyetiz’ dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile bir kaç satırla geçiştirmeye başladık. Lâtin harfleri aldık, yeni kuşakları binlerce yıllık geçmişinin hazinesinden yoksun bıraktık…”
Peşinden de, “açılan mânevî çukurlar”ın bütün yapılanları tehlikeye düşürdüğünü” belirtir. (Milliyet, 16 Kasım 1974)
MİLLETİN MÂNEVİYATININ TAKVİYESİ…
İşte bunun içindir ki Bediüzzaman, 9 Teşrinisani (Kasım)1922’de “hoşâmedi (hoş geldin merâsimi) ile karşılandığı ve kürsüye gelerek zaferin muvaffakiyetleri ve Anadolu gazileri için duâ ettiği Büyük Millet Meclisi’nde, M. Kemal’in ikrar ettiği ve elli sene-yüz sene sonra ortaya çıkacağını haber verdiği “mânevî potansiyelmizin bataryalarının boşluğu”na dikkat çeker.
Zafer havası altında “İslâm ordusunun Yunana galebesinden neş’e alan ehli imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikrinin içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını görür. “Gizli bir dinsizlik kuvveti”nin alttan alta yayıldığını ve imanın esaslarına ilişip bir ejderha gibi zehirlediğini nazara verir. Meclis’te neşrettiği on maddelik beyannâmede, “Bu inkılâb-ı azimin (büyük inkılâbın) temel taşları sağlam gerek” diye ikaz eder. “Lâübâliyane, Avrupa medeniyeti habise (pis ve bozuk medeniyeti) kısmından süzülen bir cereyanı bid’atkârane”den sakınılmasını ve zaferin şükrü olarak başta namaz olmak üzere İslâm’ın esaslarına bağlı kalmasını tavsiyesinde bulunur. Yüksek Meclis’in mânevî şahsiyetinin saltanatı temsil ettiği gibi “hilâfeti” temsille milletin dinî-mânevî ihtiyacını karşılamasının önemi üzerinde durur. Aksi halde, “hârice karşı kazanılan zaferin, iyiliğin, dahildeki fenalıkla bozulacağını” bildirir.
Türkiye’nin 85 yıldır karşı karşıya kaldığı iç ve dış sorunlar, Cumhuriyetin demokrasi zâfiyeti, demokrasiyi tahrip eden darbeler, ülkenin başına belâ olan Marksist kavmiyetçi terör örgütü, hep Bediüzzaman’ın bu ikazlarına kulak tıkamanın bedeli…
Türkiye’nin buna daha fazla tahammülü yok. “Demokratik açılım”ın başarısı için öncelikle, “açılan mânevî çukurlar”ın iman ve mâneviyatla doldurulması Türkiye’nin noksan kalan mâneviyatının Bediüzzaman’ın iman ve Kur’ân tefsiri çerçevesinde ortaya koyduğu mânevî esaslarla takviyesi gerekmekte… Başka da çâresi yok…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.