Varlığın mülk ve melekût boyutu
Eşyanın ve olayların mahiyetini, dolayısıyla değerini ortaya koyan hususlardan birisi de, varlığın “mülk ve melekût” boyutlardır. Her şeyin, “mülk” dış, yüzey, maddî; diğeri “melekût” derûnî, iç hâli ve mânâsı gibi iki yönü var. Mülk cephesinde “hikmet”, melekût cephesinde “kudret” ön plandadır. Mülk her şeyin dış yüzünü, melekût ise derûnunu kuşatmıştır. Mülk âlemi sebepler, tabiat kanunları ve zıtların bulunduğu mekândır. Melekût âlemi ise, şeffaftır ve doğrudan İlâhî kudretin tecelligâhıdır. Mülk âlemindeki sebepler ve fizik âleme ait kanunlar orada geçerli değildir. Mülk, eşyayı ve varlıkları yatay ilişkileri içinde görme, değerlendirme ve şekillendirmedir. Melekût ise, dikey bağlantılar kurmaktır. “Nesne ve hâdiseler” içinde boğulmadan “kim ve niçin?” sorularıyla asıl mânâları okumaktır.
Yağmurun damlaları mülk; ab-ı hayat ve rahmet yönü melekûttur. Hastalık mülk, hastalıkların olgunlaştırması, âhirete ve ilme/gelişmeye zemin hazırlaması melekûttur.
Et ve otun en özel harmanlanmışını yiyen insan. Leş ve ot yiyen hayvan. İkisi de yiyor ve karnını doyuruyor. Fakat, yemekten yemeye fark var. Hayvan sadece “fıtrî bir sevk” ile midesini doyurur. Tabiî fıtrî şükrünü de yapmış oluyor. Ama ne neyi yediğinin, ne niçin yediğinin, ne yiyecekleri ikram edenin, ne de neticede ne olacağının şuûrundadır. Onların sadece dış yüzünü, çok sathî olarak görür. Bu, meselenin mülk cihetidir. İnsan, yediği gıdaların ihtivâ ettiği kalori ve vitamin değerlerinin farkında olabildiği gibi; kendisine takılan akıl, kalb, vicdan, duygu gibi “insânî” cihazlarla da “kimin ihsanı/ikramı” olduğunu anlayabilir. Bu meselenin melekût cephesidir.
Melekûtî bakış; nimete bakıldığı zaman Mün’im’i, yâni ni’met vereni; san’ata bakıldığı zaman Sâni’i, yâni usta ve san'atkârı; sebeplere nazar edildiği vakit hakikî te’sir sahibi Allah’ı zihne ve fikre getirmektir. San'attan san'atkâra, fiilden fâile, ikramdan mükrime giden mantıkî bir bakıştır. Meselâ, Kur’ân, “Güneşi bir kandil yapmıştır”1 hükmü ile, Esmâ-i Hüsnâ’nın (Allah’ın güzel isimlerinin) cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor ve şöyle bir melekût yüzü gösteriyor:
Ey insan! Bu güneş, azametiyle beraber sizin emrinize verilmiştir. Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizi hararetiyle pişirtiyor. Sizin öyle Azim, Rahim bir Malikiniz var ki, bu güneş, Onun bir lambası olup, misafirhânesinde sakin misafirlerini aydınlatıyor. Felsefe hikmetince (mülk gözlüğüyle), yani, benmerkezli bakışa göre Güneş büyük bir ateştir, yerinde dönüyor. Dünya ile gezegenler, ondan uçan parçalardır; çekimle Güneş’e bağlı kalarak yörüngelerinde hareket ediyorlar.
Felsefe, mülk gözlüğü ile baktığına Kur’ân melekût gözlüğüyle bakar. Bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara... Yerdeki bütün taşların ve cevherlerin ve mâdenlerin çeşitlerine bak... Çiçeklere, meyvelere bak... Kuşlara bak... Bulutlara bak... Göğe bak, gök içinde hadsiz kütlelerden yalnız kamere dikkat et. Işıktan tut, tâ kamere (aya) kadar saydığımız küllî unsurlar, gayet geniş bir tarzda ve büyük bir ölçüde bir pencere açar, varlığı mutlak gerekli olan Allah’ın birliğini, kudretini ve saltanatının büyüklüğünü gösterir, ilân ederler.2
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Nûh, 16. 2- Sözler, s. 613.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.