Muhsin Meriç

Muhsin Meriç

Arap-Türk ilişkileri

Arap-Türk ilişkileri

Fırsat buldukça TRT’nin Arapça yayınlarını internet üzerinden izlemeye çalışıyorum. Malum, TRT El-Türkiye, 5 Nisan’da yayın hayatına başladı. Başbakan Erdoğan açılışta şöyle demişti: “Mazimiz bir, biliniz ki istikbalimiz de bir. Aramıza sınırlar çekilmiş, mayınlar döşenmiş olsa da kardeşlerin arasına fesat tohumları sokmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.”
TRT El-Türkiye önemli bir adım, ancak yayınlarının evsafı bu önemli adıma yakışır şekilde olmalı. Kanal, yerli kanallardaki yozlaşma seviyesinde yayın yaparsa şayet, Türk-Arap ilişkileri yine yanlış bir zemin üzerinde seyreder. Bizi birbirimize bağlayan ve bağlayacak olan unsurlar doğru tespit edilmeli. Sırf isteniyor diye ucuz, yoz ve yıllarca milleti uyutan pespaye film ve yayınların ne Arap’a ne Türk’e faydası olur!
Geçtiğimiz aylarda Beyrut’ta Ürdünlü bir dostumun “Eğer bir kez daha güneşin altında huzurlu bir hayat istiyorsak Araplarla Türklerin birlikte hareket etmelerini sağlamalıyız” dediğini buradan nakletmiştim. İslâm dünyasının en derin yara veya meselelerinden birisi belki birincisi önce Arap-Türk münasebetlerinin sağlıklı ve olması gereken seviyeye çıkmasıdır.
Osmanlının son döneminde Suriye’de Cemal Paşa’nın yanında bulunan bir Arap gazeteci olan Kürd Ali hatıralarında Türklerin Araplara olan bakışını, “Türklerin Araplara Sevgisi” başlıklı bölümde şöyle anlatır: “Türklerin büyük bir kısmı Anadolu’da oturuyor ve Arapları sevmeyi, adları anıldığı andan itibaren Allah’a yakınlık vesilesi sayıyorlardı. Türklerin fıtratı bozulmamış olanlarda Arap sevgisi açıktır. Aralarında eğitim görmüş olan tabakada veya idareyle meşgul olanlara daha yakın olan zümrede ise bu sevgi azdır.” Aynı Kürd Ali, Cemal Paşa’nın sürgün ettiği Arap arkadaşı İlyas Mutran Bey’in yaşadığı ilginç bir olayı da nakleder; İlyas Bey gördüğü muameleyi şöyle ifade etmiş: “Aralarında bulunduğum süre zarfında bana ikramda bulunmakta o kadar ileri gittiler ki mümkün olsa beni yerde yürütmeyeceklerdi. Elimi yüzümü öpüyorlardı ve benimle temaslarından bereket umuyorlardı. Kendilerine ‘ben Hıristiyanım!’ dediğimde, bana, ‘Muhammed (asm)’ın beldesinden gelen bir Arap değil misin?’ diyorlardı. Ben ağlamaya başlayınca onlar da ağlıyorlardı!” (Klasik yay.)
Cumhuriyetle başlayan şiddetli ‘Arabofobi’ kampanyasına rağmen Anadolu’da Efendimizin şahsında Arap âlemine sevgi hâlâ çok derin ve sarsılmazdır.
Arap milliyetçi seçkinlerle Cumhuriyeti kuran ve yakın vakte kadar söz sahibi olan seçkinci Türk kesimdeki bakış açısının paralel olması, asırlar ötesi bir derinliğe sahip muhabbet ağırlıklı Arap-Türk münasebetlerinin hastalıklı bir duruma gelmesine sebep oldu. Araplar Osmanlı ile ilgili geçmişlerini inkâr ettiler ve şiddetli bir tarihsizleştirme politikası uyguladılar, Türk seçkinler ise laikçiliği öyle abarttılar ki çocuklarını bile “Araplar bizi arkadan vurdu!” masallarıyla uyutup kalplerine Arap ismini vererek Araplara ihsan edilen şeref ve izzeti imha edecekleri zehabına kapıldılar.
Osmanlı son dönem paşalarının yanlış uygulamaları, İsrail’in çarçabuk tanınması, 1. Körfez Savaşı’nda ABD’yle ittifak ve İsrail’le yapılan stratejik işbirliği anlaşmaları hep bu düşmanlığı körükledi. Arap âlemindeki ırkçı dalga ise bu husumete kuvvet verdi. Son dönemde yeni canlanma, hakikatperestlik rüzgârı yeniden esmeye başladı. Araplar da Türkler de yaşadıkları ‘abnormaliteyi’ aşmak için her ölçekte ve geçmişin olanca yüküne rağmen gayret ediyorlar.
Alman şair Gothe’nin dediği gibi ağır bir cismi kaldırmak için önce onun ağırlık merkezini tespit etmek gerek. Arap ve Türk âleminin ağırlık merkezi ise hiç şüphesiz İslâmiyet’tir. İslâm dünyası bu gerçeği bir kez daha fark ediyor şimdi. İslâm âleminin intibahını istemeyenler de zaten bu gerçeği çok ama çok iyi biliyorlar. Onun için küresel İslâm karşıtı kampanyalar her yerde serviste şu günlerde.
Tarihi yok sayma üzerine bina edilen kimlik tanımlarının oluşturduğu anakronik ve kaotik stratejiler gün geliyor böyle çöküyor işte; kıyamet kopmadan çökmeli de!
Küresel ve bölgesel iddiası olan Türkiye gibi ülkeler tarihi ve kültürel derinlikten gelen ve asırlardır süzülmüş sabit değerler üzerinde yükselen ama devamlı değişen şartlara göre defalarca yorumlanarak geliştirilen stratejik vizyonlar oluşturmak zorundadırlar. Yoksa şimdiye kadar olduğu gibi ‘dış tehdit’ referanslı hariciye siyaseti gütmek büyük basiretsizliktir. Hele ‘iç tehdit’ algılamalarına (yahut evhamlarına) göre dış politika belirlemek (Araplarla münasebetlerde olduğu gibi) ülkeyi küresel güçlerin oyuncağı haline getiren hıyanetle eşdeğer bir zaafiyettir.
Ezberler bozulmalı; yine, yeniden, yepyeni ama mazi derinliğine sahip bakış açılarıyla Arap-Türk ilişkilerini tamir, imar ve inşâ etmek İslâm dünyasının öncelikli vazifesi olmalı artık.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Muhsin Meriç Arşivi