Mâzi penceresinden hürriyet-i vicdan yahut düşünce hürriyeti/1
I- OSMANLI DEVLETİNDE HÜRRİYET-İ VİCDAN VAR MIYDI?
Hukuk tarihimiz ve Osmanlı Hukuku deyince İslâm hukuku akla gelmelidir. Zira 940 tarihinden 1926 tarihine kadar 986 sene İslâm hukuku temel hukuk nizâmımız olmuştur. Bu izahlarımızı tamamen tarihe bir nazar atıp meydana gelen hâdiselerden ibret almamız için gündeme getirmek istiyoruz. Ana başlıklarıyla konuyu şöyle özetleyebiliriz;
Hürriyet, insanın hem kendisine ve hem de başkasına zarar vermemek şartıyla meşru dairede istediğini yapması demektir. Allah’ı inkâr ve İslama hakaret ihtiva etmemek şartıyla, her dini ve her itikadı tasvip etmese de, hiç kimseyi dininden dolayı tahkir etmemek ve bu konuda icbarda bulunmamak olarak tarif edilen hürriyet-i vicdan düsturu, günümüzdekinden farklı bazı kayıtlarla kayıtlanmıştır. Ancak bize bu zamana kadar öğretilenin aksine, hürriyetin bütün çeşitleri ve özellikle de din ve vicdan hürriyeti İslam toplumlarında ve özellikle de Osmanlı toplumunda mevcuttur.
Osmanlı Devleti, hürriyet-i vicdanı, kanunların ve yükümlülüklerin tamamen kaldırılması anlamında kabul etmemiştir. Belki bu düsturu, hükümetlerin vicdanlar, dinler, farklı görüş ve ictihatlar üzerinde cebir ve tazyik icra etmemesi; muhtelif mesleklere ve inançlara karşı müsamahakâr davranması manasına almıştır. Birbirine muhalif olan siyasî, millî ve ilmî guruplar arasında, bu kanuna riayet edilecek, her biri diğer tarafın meslek ve ictihadını maddi kuvvetlerle söndürmek veya şahsiyetlerini tahkir etmek gibi nezaket dışı hareketlere kalkışmayacaktır. Ancak başkalarının meslek ve fikirlerindeki hatalarını, ilmî tartışmalar ve delillerle açıklayabilecek, ilim alanında muhaliflerinin görüşlerini çürütebilecektir. Zira “Lemieec est lénnemi du bien: Pek iyi ile iyi arasında dahi bir farklılık bulunabilir.”
Biraz sonra özetleyeceğimiz ölçüler içinde kalmak şartıyla Osmanlı Devleti’nde hürriyet-i vicdan düsturunun nasıl işlediğini şu iki misal ile izah edebiliriz:
Birincisi: Fikir ve ictihad alanında çok tartışmaların yaşandığına canlı bir misal verebiliriz. 952/1545 tarihinde 30 yıllık şeyhülislamlık tahtına oturan Ebüssuud Efendi, çoğunluğun görüşünü müdafaa etmek için, Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar kabul-ü âmmeye mazhar olacak olan ve hukukî şahsiyetini ortaya koyan “Risâle Fî Vakfil-Menkuli ven-Nükûd” adlı monografısini yani nakit para vakfının caiz olduğunu savunan eserini kaleme almıştır. Bunu takiben Çivizâde gibi nakit para vakfının câiz olmadığını ve vakfedilmesinin şer’-i şerife uymadığını ileri süren İmam Birgivi (v. 1573), Kanuni gibi muhteşem bir padişahın Ebüssuud’un görüşünü kanun haline getirmesini bilmesine rağmen, “Es-Seyfüs-Sârim Fî Ademi Cevazi Vakfil-menkuli Ved’Derâhim: Nakit Para Vakfının Caiz Olmayacağı Konusunda Keskin Kılıç” isimli sert üslûplu risâlesini kaleme almaktan çekinmemiştir. Kendisine, “Bu eserinle fermana karşı çıkıyorsun” diyenlere verdiği cevap ise manidardır: “Ben hak bildiğimi açıklıyorum: hakkın hatırı âlidir; hiç bir hatıra feda edilmez. Neticesi eğer hapis olursa, benim için uzletttir; nefiy yani sürgün olursa benim için hadisin övdüğü gurbettir; eğer idam olursa, bu da benim için cennete davettir.”
İkincisi: Osmanlı toplumunda müslim ve gayr-i müslim her dini grup rahatça yaşayabilmiştir. Bunun en güzel misali, Peygamberi kabul etmeyen ve çok sapık görüşleri bulunan Suriye’deki Nusayrîler ve Dürzilerle alakalı Osmanlı Devleti’nin tutumudur. Amerikalı meslekdaşım Jashua, doktora konusu Şii-Sünni İlişkileri olması hasebiyle, Suriye ve Arap ülkelerinde uzun yıllar kalmış ve oradaki alimlere bu konuyu sorarak cevabını aramıştır. Asıl merak ettiği ise, Osmanlı Devleti’nin Nusayrilere karşı tutumudur. Ben, Osmanlı Devleti’nin bunları vatandaşı olarak gördüğünü, mallarına ve hayatlarına dokunmadığını ve bil-akis kanunnamelerde hususi hükümler vaz’ ederek bunları hukuki statüye kavuşturduğunu anlatınca, “Şimdi Osmanlı Devleti’nin neden uzun ömürlü olduğunu anladım” cevabını vermişti. İşte Kanuni devrinde hazırlanan Şam Eyaleti Kanunnamesi’nden Nusayrilerle alakalı bir hüküm:
“48. Ve livâ-i mezbûrede vâki’ olan kurâda Nusayrî demekle meşhûr bir tâife olub savmu salât bilmedüklerinden gayrı şerâit-i İslâmiyyenin birin ri’âyet etmeyüb zikr olunan tâifenin ba’zına Defter-i Atîk’da dirhem’ür-ricâl deyü birer mikdâr mal ta’yîn olunub her sâle Defter mûcibince alınur imiş. Ba’zına Defter’de ta’yîn olunmamağla alınmaz imiş.
Hâliyâ ahvâlleri vukû’ı üzere pâye-i serir-i a’lâya arz olundukda cümlesinden alınması fermân olunmağın âdet-i kadîmeleri üzere evlisinden on ikişer para ve mücerred olub müstakil kisb ü kâra kâdir olandan altışar para dirhem’ür-ricâl alınmak üzere Defter-i Cedid’e kayd olundu.”
Yani Nusayriler, namaz ve oruç nedir bilmedikleri, İslamın şartlarından hiçbirini yerine getirmedikleri halde, onlardan dirhem’ür-rical adıyla bir vergi alınacak ve Osmanlı teb’ası olarak hakları korunacaktır.
Bu genel girişten sonra, şimdi Osmanlı Devleti’ndeki fikir hürriyetinin sınırlarını özetleyelim:
1) Eski devletler hususî hukukumuza göre, bir müslüman devlette ikâmet eden vatandaşlar üç gruptur: Birincisi, müslümanlardır. İkincisi, gayr-ı müslim olduğu halde İslâm devletinin hâkimiyetini, kabul ettiğinden yani eski tabirle zimmet akdini kabullenip zimmî olduğundan İslâm vatandaşı sayılan gayr-ı müslimlerdir. Üçüncüsü ise, yabancı bir devletin vatandaşı olduğu hâlde İslâm devletinin izniyle ülkede bulunan insanlardır. Üçüncülerin din ve vicdan hürriyeti ile fikir hürriyetleri, ikincilerle aynı esaslara tâbidir. Bu sebeple ikinciler üzerinde ayrıntılı olarak durmak istiyoruz.
2) Acaba herkes yani müslüman olmayan her insan grubu, zimmet akdini kabul ederek İslâm ülkesi vatandaşı olabilir mi? Bu sorunun cevabı hayırdır. Ehli kitap denen hristiyan ve yahudilerin zimmî yani İslâm ülkesi vatandaşı olabileceğini bütün İslâm hukukçuları kabul etmişlerdir. Aynı şekilde bütün İslâm hukukçuları, mürted’in yani İslâm’ı terkeden ateistlerin İslâm ülkesinde hayat hakları bulunmadığını, zira İslâm’ı terkeden bir insanın ancak anarşist yani içtimâî hayatı öldüren bir zehir hükmüne geleceğini ittifakla kabul etmektedirler. Kur’an’ın “ya onlarla savaşırsınız ya da müslüman olurlar” şeklindeki ifadesinin mürtedler hakkında nâzil olduğu belirtilmektedir.1 Mecusiler ve benzeri diğer grupların İslâm ülkesinin vatandaşı olabilmeleri ise, ihtilâflıdır ve tartışmalıdır. İslâm hukuku, mürtede hayat hakkı tanımadığı için, bütün İslâm devletleri, değil mürtedlere yani, İslâm’dan dönen ateistlere fikir hürriyeti tanımak, İslâm ülkesinde hayak hakkı bile tanımamışdır.
3) İslâm ülkesinin vatandaşı kabul edilen zimmîlere ve de müste’men denilen yabancılara, meşrû dâirede din, vicdan ve fikir hürriyeti tanınmıştır. Bu 14 asırdır süregelen ve tanınan bir hürriyettir. Ancak bunun sınırları ve şartları vardır. Din hürriyetinden kasıt, gayr-ı müslimlerin İslâm’a davet edilseler bile İslâm’a girmeleri için zorlanmamalarıdır. İslâm’a davet meşrudur; ancak İslâm’a girmek üzere ikrah ve icbar gayr-ı meşrudur. Kur’ân’ın “Dinde ikrah yoktur” şeklindeki âyeti de bu şekilde anlaşılmalıdır. Ayrıca “gayr-ı müslimlerin kendi dinleriyle başbaşa bırakılması” prensibi bu ayetten iktibâs edilmiştir.
Ancak bu din hürriyetini tamamlayan bazı unsurlar vardır:
Evvelâ, dinî âyin ve ibâdetlerini, müslümanlara ait yerleşim merkezlerinde, sadece kendi ma’bedlerinde icra edebilecekler; açıkça ve İslâm’a aykırı tarzda yapamayacaklardır. Kendilerine ait yerleşim bölgelerinde ise, açıkça da icra edebileceklerdir.
İkinci olarak, fikir, toplantı ve eğitim hürriyeti, İslâm’ın emirleri dairesinde ve müslüman devletin nizamına zarar vermeyecek şekilde kullanılabilecektir. Bu sebeple, İslâmiyeti yeren ve müslüman millete hakaret sayılan konular, fikir hürriyetine dâhil değildir.
4) Bu zikredilen temel hak ve hürriyetler, bazı uygulama aksaklıkları dışında Osmanlı toplumunda kabul edilmiştir. Osmanlı topraklarındaki gayr-ı müslimlere ait ma’betler, mektepler ve mülkler ve bunlara ilişkin mahkeme kararları bunun açık örnekleridirdir. Türklerin ilk yazılı anayasası olan 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esasî bu hakları ilk defa kabul etmemiş, belki sadece yazılı hale getirmiştir. 1876 tarihli Kanun-ı Esasî’nin ikinci faslı ve 8-26. maddeleri Osmanlı Devleti tebeasının umumî haklarını biraz önce açıkladığımıza yakın bir şekilde sıralamaktadır. Mesela 10. madde şahsî hürriyeti, 11. madde din ve vicdan hürriyetini, 15 ve 16. maddeler öğrenim hürriyetini, 17. madde eşitlik esasını düzenlemiştir.
5) Yukardaki düsturları gözönünde bulunduran müslüman ecdadımız, İslâm’a aykırı olan diğer dinlere mensup fikirleri meşru görmek manasında fikir hürriyeti kapsamı içine almamışlar ve Avrupalıların bu konudaki oyunlarına Tanzimat’a kadar gelmemişlerdir. Ancak müdahele de etmemişlerdir. Tanzimat ve Islâhât fermanlarının belli çevrelerce, ilk hak ve hürriyetler fermanları olarak takdim edilmesi, müslümanlar düşünüldüğünden değil, gayr-ı müslimlere devleti yıkabilecek şekilde imtiyaz ve imkân verilmesinden kaynaklanmaktadır. Avrupalı Devletler, mürted hakkındaki şer’î hükmü kaldırması için, Osmanlı padişahlarına çok baskı yapmışlardır. Osmanlı padişahları ise, tahtlarının tehlikeye düşmesini bile göze alarak ve dinsizlik ile ölümün denenemeyeceğinin idrâkinde olarak, bu isteklerini reddetmişlerdir. Kanaatimize göre, Avrupalılar hasta adam ve ölü devlet dedikleri Osmanlı Devleti’ne yaptıramadıklarını, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne yaptırmışlardır. Zira hem lâiklik prensibini kabul ettirmişler ve hem de bunu dinsizlik manasında 40-50 sene tatbik ettirmişlerdir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.