Seher Yusuf, kızı Emine Nur’un düğününe gelemedi
Çünkü o kadîm bir başörtüsü mağduresi idi. Hz. Yusuf misali zindanlara atılarak bedel ödemişti. Çünkü kızların, Emine Nur’ların hür ve özgür yüksek tahsil yapabilmesi için Kenan Evren’leri telgraf ile protesto etmişti. Çünkü o bir Kur’an kursu öğretmeni idi; Kur’an kursu öğretmeninin paşalara telgraf çekmek ne haddine idi.
Ve Seher Yusuf zindandan çıkınca göğüs kanseri oldu.. Ameliyatını yapmak bana nasib oldu. Babası kahrından elden ayaktan, çaydan, ekmekten kesildi. Seher’in, öğretmenin tedavileri için hastane hastane dolaşırken eşi de kalb hastası oldu; bilmem kaç kez ölümden döndü. Ama Seher dönemedi. Mücadele mirasını ve gencecik bedenini Emine’lere, Nur’lara ve dünya kıyl-ü kal’ini biz dünyalılara bırakıp Emir Sultan kabristanlığından terk-i dünya eyledi. Gidiş o gidiş.
Önceki hafta kızı Emine Nur’u gelin ettik. Annesi düğüne gelemedi; ama Emine Nur bembeyaz gelinliği ve de annesinin örneklediği bembeyaz tesettürü ile mezarı başına koştu. Düğün alayı da peşinden. Eminecik annesinin mezarına sarıldı, öptü, ağladı, vedalaştı. Vedalaşma uzun sürdü. Sanki Emirsultan’dan İstanbul’a, yeni evine gelinim olarak hicret ve hüccet için uzun uzun ayakta, gözyaşlarını yutkunarak huzurda bekledi. Sanki annesinin mezardan eline sallayıp ‘Güle güle yavrum, merak etme emin ellerdesin, ben de emin eldeyim’ demesini bekledi. Alayımızı da ağlattı. En çok da babası ağladı; o kadar ki daha fazla dayanamayıp kızının kolları arasına yığıldı. O da bedenini kızının kollarına, kuşçuk kucağına bıraktı, çünkü dizleri taşıyamadı kuşçuk bedenini.
İkinci annesi ve yoldaşı Müşerref hocahanım; en çok ağlayan ikinci kişiydi. O hem meslekte, hem de ailede Seher hanım’ın selefi olmuştu. Emine’yi Seher ablasının kendine bir emaneti bilmiş; kendi kızı, oda arkadaşı, sırdaşı Hüdaya’dan bir kelimelik dahi ayırmadan, abla şefkati ile bugünlere o taşımıştı.
Üçüncü en çok ağlayan kişi 83’lük dede İbrahim efendi idi. Seher Yusuf öldüğünde, o delikanlı baba çökmüş; ilk günden bugüne gece gündüz ona belki en çok o yanmış ve bu yüzden en çok o ihtiyarlamıştı; ama düğün alayından önce mezarlığa varmış; fakat dizleri daha fazla onu kızının mezarı başına taşıyamamış veya annesi ile kızını baş başa bırakmak için; iki kabir beride çöke yazmıştı.
Evet Sibel Eraslan kardeşim; gelemediğin düğünün en can evinden vurucu perdesini Emirsultan’da gördük. Sen iyi ki bu perdeyi görmedin. Yoksa Yeni Akit’teki yazında bizi daha da çok ağlatırdın veya ağlamaktan hiç yazamazdın. Kalemine, yüreğine sağlık Sibel bacım. Başörtüsü mağdurları ile ilgili duygu yüklü pek çok yazını duygulanarak okudum. Kızım derinden, sen yürekten yazıyorsun. Kalemleriniz, yüreklerinize sağlık. Seni okumasaydım, bu hafta yazamayacaktım. Çünkü Davet ve Tebliğ isminde bir sunum için hazırlanıyorum; zamanım kalmadı ve ben sizler gibi de çabuk yazıp konuşamıyorum.
Düğünün İstanbul perdesinde Seher Yusuf’un dostları, hepimizin dostları vardı: Ümit Meriç, Mustafa İslamoğlu hocamdan Hatay Milletvekili Dr. Mehmet Sılay’dan Küçükçekmece Belediye Başkanı Aziz Yeniay’a, Yıldız Ramazanoğlu’dan Aysel Turgut’a.. Bizleri, Emine Nur Bengisu’yu yalnız bırakmadığınız, teselli olduğunuz için pek çok teşekkürler.
Düğünde ilahiler ve özgün Rumeli türküleri çalındı. Gelinimizin babası ve ben amcası Rumeliliyiz, Balkan Türklerindeniz. Oralarda, hiçbir okulda ve kamusal alanda başörtüsü kısıtlaması yok. Aksiyon dergisinin Ekim 2. sayısına bakın; ne Atina’da, ne Selanik’te, ne Manastır’da, ne Sofya’da ve ne de Üsküp’te yok öyle şey. Onun içindir ki oralarda 3000 kızımız özgürce okuyabiliyor. Utanması gerekenlere ibret olsun...
Şimdi Emine Nur başörtülü bir fizik öğretmeni ve başörtüsü karşıtlarından henüz kurtulamadı. Onun için Cıvıltı Öğrenci Kulübünde miniklere gönüllü İngilizce dersi veriyor. Ama aklı fizik öğretmenliğinde; atanmayı bekliyor, içi titreyerek. Çünkü işe başladığı gün ceberutlar, çağın gerisindekiler, Demokles’in kılıçları ensesinde olacak. Kılıçların, altıokların gölgesinde öğretmenlik yapacak.. Veya evinde oturacak. Ve altıoklular zafer kazanmış, mutlu olmuş olarak kadeh tokuşturacaklar.
Bu bir travma değil de nedir?.. Anasını mezara, kızını mezraya, yok yok; kazların peşine. Ama yok öyle yağma. Artık Yıldız Ramazanoğulları, Fatma Karabıyık Barbarosoğulları, Sibel Eraslanlar, Gülay Göktürkler, Nazlı Ilıcaklar, Nuray Mert’ler, Nihal Bengisu Karacalar, Fatma Şahinler ve niceleri yetişti. Onlar İstanbul’dan Viyana’ya, Paris’e, Erivan’a özgürlük kalemleri ile yeni medeniyet ufukları çiziyor. Mezralarda değil, ekranlarda, kürsülerde, İpek Yollarında, Edebiyat Dergilerinde, yazıp konuşuyor ve koşuyorlar. İyi bir menzildeler. Ve sular da hızla mecraına koşuyor. Statükocular da, skolastikler de belki bir gün yetişirler inşallah. Şimdilik tıknefesteler. Kendilerine de, kovaladıklarına da bu yarışta yürek, akıl, izan, insaf ve nefes diliyorum.
Evet biz buyuz... Kalem de tesettür de hicab da edep de özgürlük de mahpusluk da bizim için. Gözyaşı da düğün de ölüm de.. Yokuşları el birlik aşarız bi’iznillâh.
Bir gün Kevser’in başında buluşmak dileğiyle.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.