Diller nasıl tükenir?
Yeryüzünün “ölü diller mezarlığı” olduğundan bîhaber olanlar için, diller elbette tükenmez ama “ölü diller mezarlığı”nı bilenler, dillerin de bal gibi tükeneceğini bilir.
Bir dil niye ölür?...
Cevabı gâyet basit: tabiati algılayamadığından ve hayatı karşılayamadığından. Bu bizleri, her dilin kendi kendisinin düşmanı olduğu gerçeğine götürür.
Tabiati algılayamayan ve hayatı anlayamayan bir dil, artık kendisini tüketmeye başlamış demektir.
Peki, “kendisini tüketmek” nasıl olur?...
Her dil, en geniş imkânlara kavuştuğunu zannettiği, yani “tek kavram”a tek kelimeyle karşılık bulma safhasından, yeni karşılaşılan kavramlara, kelimeleri yan yana getirerek, “tamlama yapma” safhasına geldiğinde, dilin kendine ihâneti başlamış demektir.
İlk bakışta, dilleri rahatlatıyor ve ona yeni ufuklar açıyor gibi görülen “tamlamacılık” zihniyeti, aslında daha sonra cereyan edecek olumsuzlukların tohumunun atılmaya başlamasının ilk adımıdır. Toplum, bu aşamada, her yeni kavramı karşılamak üzere, yeni kelimeler bulma külfetine girmeden, hazır kelime hazinesine yaslanır ve bu da dillerde bir tembellik oluşturur. Buna bir de “eşyaya soru sormama” tembelliği eklenirse, tabiati algılayamayan dil, “keseden yemeye” başlar. Veya hadi, tabiati algıladı ve eşyadaki farkı fark etti diyelim; yeni fark ettiği kavramı, gene tamlamalarla ya da yapım ekleriyle üretilen kelimelerle karşılamaya kalkarsa, o dil patinaj yapmaya başlamış demektir.
Bir örnekle devam edelim. Mesela “buzdolabı” bir eşyanın adı gibi görünse de, aslında o bir kavramın adıdır ve “buz” ve “dolap” gibi iki kelimeye dayanır. Bu iki kelime de “buz dolabı”ndan eskidir. Tamlamanın oluşması için, her iki kelimenin anlam alanlarında bulunan birer ayrıntı birleştirilip yeni eşyaya, dolayısıyla yeni kavrama ad olmuştur. Dikkat edilirse, yeni bir kavramı karşılamak için, dilin hazır alanından iki kelime alınmış ve yeni bir kelime ile ifade edilme zahmetine girilmemiştir. Böyle olunca, dil kendi kesesinden yemeye, eski kelimeleri birleştirip birleştirip yeni kavramları ifade etmeye başlamıştır.
Tamlama yapmadaki kadar vahim olmasa da, benzer durum, eklerle yapılan türetmelerde de görülür. İşte bu noktalar, dilin düşünme ve üretme melekesini kaybedip kendi kendini tüketmeye başladığı, noktalardır.
Baskın ve hâkim dil karşısında yok olan dillerin zaafı ise, “eşyaya soru sorma” melekesini kaybedip hazırcı bir konformizme kapılmalarıdır. Bir sosyal yapının ürettiği teknolojik ürün, bir başka sosyal yapı tarafından rahatça kullanılabilir ve bu da beraberinde tekno-kültürü getirir ama hiçbir sosyal yapı, bir başka sosyal yapı için ısmarlama kültür üretemez. Bu, dilde de böyledir. Her toplum dilini kendisi üretir ve eşyaya soru soran bir dil hâline gelirse, işlenmişliğin sağlayacağı dinamizmle hayatiyetini korur ve gelişir. İşlenmiş diller, baskın ve hâkim dillerle karşılaştıklarında, zaafa düşmezler; tam tersi, üretici bir refleksle, daha dinamik ve doğurgan bir dil hâline gelirler. Bunu başaramayan diller “efendilerin dili” karşısında yok olup giderler.
Pekiii, bu durum karşısında bizim dilcilerimiz ne yapar?...
Bizim dilcilerimizin pek azı bu konulara kafa yorar... Çoğu, yaptıkları işin bir teknisyenlik olduğunun bile farkına varmadan ve ezberlerini bozma külfetine katlanmadan kelimelerin eklerini köklerini ayırmayı “bilgi” zannederek avunurlar. Dilin geleceğine dâir öngörüleri, Karamanoğlu Mehmet Bey’in kötü bir kopyası olan “Türkçe bitiyor abi”den öte geçmez. Bir türlü Osman Bey’in “imperyal vizyon”unu yakalayamazlar. Türkçe bu türden insanların eline kalırsa elbette biter.
¥
Yayın hayatına başlayan Yeni Akit’e başarılar dilerim. Dayatılan gazete zihniyetinin sınırlarını zorlayan bir yayın organı olmasıyla dikkat çeken Anadolu’da Vakit’ten sonra, Yeni Akit’in de aynı misyonu üstleneceğinden hiç şüphemiz yok.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.