Hazımsızlık!
Mide hastalığı hazımsızlıkla başlar, sonra da çekilmez hal alır. Bulantı baş dönmesi uğraş dur...
Yine de aç karnına bal karıştırılmış süt içmek veya polen tedavisi ile bir derece giderilir de; zihniyet hazımsızlığı tehlikeli!
HSYK seçimleri...
Bir kesim durmadan hazımsızlık duyuyor... Kılıçdaroğlu, “hükümetin baskısı” derken, yandaş Bahçeli “AK Parti yargısı” diye tutturuyor...
Muhalefetin ittifak ettiği liste nasıl kazanamaz?!.
Hem de o liste mezhepçi referanslı...
Hep duyardık işte falan mezhep (aslında ona mezhep de denmez ama öyle olsun) cumhuriyetin garantisidir. Yok laikçiliğin teminatı!
O yüzden, bu zihniyeti taban kabul ederek yola çıktılar ama yargı camiasındaki aklıselim hakim ve savcılar yemedi.
Hadi onlar neyse de, Sosyal Demokratlar da yemedi...
E şimdi HSYK seçimleri iptal edilmeliymiş.
Mantık erozyonu mu, yoksa hukuk katliamı mı desek, ne desek? Yoksa el insaf mı desek?.. İptal edilsin de nasıl?
Hem niçin? Ne oldu ki?
Kazanacaktık, kazanamadık!..
Hadi o gerekçe öyle olsun da iptal işi nasıl olacak? Anayasa’daki 367 olan “karar yeter sayısı”nı “toplantı sayısı” olarak yutturan zihniyet yine devrede.
Diyor ki “ey YSK, madem bizim mezhepçi liste kazanamadı o halde bu seçimi iptal et...”
YSK demeyecek mi gerekçen ne?
“Bakanlık 12 bin hakim ve savcıya baskı yaptı, tehdit etti...”
Yanlış duymadınız 12 bin hakim ve savcı...
Hadi hatır için yarısını çizelim. 6000 küsur hakim tehdit mi edilir, baskı mı görür? Var mı öyle yağma?
Veya iktidardan korktuğu için oy verecek hakim savcı var mı?
Halk kömürle pirinçle kandırıldı yakıştırması hadi neyse de, karşındaki hakim ve savcı, hem de birkaç kişi değil, 6000 kişi...
Bu kadar aleni iftira ve hakaret olur mu?
Sandığa tosladın diye, bu kadar hakim ve savcı zan altında bırakılır mı?
Zihniyet hazımsızlığı... Klinik bir vaka...
O zaman, yeni HSYK’ya görev düşmüyor mu?
Bana göre ilk yapacağı iş yargıda dernekçiliğe son vermektir.
İddia ediyorum, HSYK yargıdaki dernekçiliğe son versin (ki bu konuda yetkilidir ilke kararı alabilir), işler hızlanır.
Yazın bir kenara, en fazla beş yıl sonra mahkemelerdeki iş sayısı azalmaya, bekleme süresi altı ay ile bir yıla düşmeye başlar.
Şimdi beş yılla 10 yıl...
Çekilir mi?
Bazıları dosya okumak yerine doğrudan siyasetle uğraşıyor...
Yargıyı herhalde babasının çiftliği gibi görüyor, ye iç yan gel yat.
Vatandaş da kapıda yıllarca beklesin...
İşte ben de burasını hazmedemiyorum.
Serdar DEMİREL
[email protected]
Güven bunalımı da küresel
Bir yıl falan oldu. Bir ikindi sonrası şiddetli bir deprem sarsıntısıyla kendimizi dışarıya ancak atabilmiştik. İnsanlar panik içindeydi. Kimisi üzerine doğru dürüst bir kıyafet bile almadan evini terk etmişti.
Ben aşağıya indiğimde aynı bölümde çalıştığımız ve öğrencilik yıllarımda hocalığımı da yapan Hindistanlı hadis profesörü Muhammed Ebû Leys Haydarabâdî ile karşılaştım. Koltuğunun altında sıkıca tuttuğu laptopuyla etrafına bakınıyordu. Yanına gittim, selam verdim ve “Hocam, eşiniz nerede?” dedim.
O ân irkildi. Eşinin yanında olmadığının farkında değildi. “Galiba evde kaldı” dedi. Bu sefer beni bir tebessüm aldı. “Hocam, aşkolsun, eşini evde unutmuşsun ama laptopunu yanına almayı ihmal etmemişsin!” diye de latife yaptım kendisine. Hoca biraz mahcup bir edayla; “Evet, maalesef haklısın, ama 20 yıllık çalışmalarım bu laptopta saklı” diye de kendisini savundu.
“Bütün makalelerim, kitaplarım, projelerim hep bunun içinde. 20 yılllık emeğim burada, depremden kaçarken aklıma kurtarılacak ilk şey olarak bunlar geldi” dedi.
“Tamam da çalışmalarınızı neden internet ortamında muhafaza etmiyorsunuz ki?” dedim. “Bu çağda güvenlik mi kaldı, ya 20 yıllık emeklerim oradan da çalınırsa?” karşılığını verdi.
Hoca haksız değil tabiî. Aslında güvenlik endişesi, güvenlik bunalımına dönüşmüş olarak, bugün bütün dünyanın önemli bir sorunu. Hele de çalışmalarınızı, ticaretinizi, banka hesaplarınızı, iletişim ağınızı vs. sanal ortama taşımışsanız; elde ettiğiniz kolaylığın yanında bir o kadar da riski göze almışsınız demektir.
Teknolojik küreselleşmeyle beraber hırsızlık da küreselleşti çünkü. Dünyanın diğer ucunda mukîm ve sizden farklı dil, din, kültür ve hayat felsefesine sahip sofistike donanımlı bir hırsız, tâ bulunduğu yerden sizin mahreminize elini uzatabilir, başınıza hiç ummadığınız musibetler açabilir.
İstanbul’da, kendinizi güvende hissettiğiniz evinizde, bilgisayarınızın başına oturduğunuzda başkalarının müdahalesine açık hâle gelmişsiniz demektir. Birileriyle özel bir görüşme yapıyorsanız yahut alışveriş ediyorsanız, Japonya’nın başkenti Tokyo’da yaşayan bir sanal dünya hırsızı, bulunduğu mekândan size ait bilgileri rahatlıkla çalabilir, bankadaki hesabınızın içini boşaltabilir meselâ.
Moskova’da mukîm bir sanal hırsız Ankara’daki Ahmet beyin, Ankara’daki sanal hırsız Londra’daki Mr. John’un, Pekin’deki New York’takinin hayatını pekâlâ altüst edebilir bugünün dünyasında.
Küreselleşmeyle sınırlar kalktı deniliyor ya, evet, sınırlar hayır ve şerde beraber kalkmış durumdadır. Hırsızlıkta da sınırların kalktığı tehlikeli bir dönemi idrak etmekteyiz. Adı sanal hırsızlık olsa da, çalınanlar gerçek değerlerdir oysa.
Bu tehlike karşısında bireysel ve toplumsal olarak korunaksızız. Para ödeyerek bilgisayarımıza ördüğümüz güvenlik duvarları da yeni nesil sofistike hırsızlar tarafından aşılabiliyor. En çok da bilgisayar teknolojisiyle geç tanışmış nesil tehdit altında.
Bir defasında yaşlı bir hoca, dönem sonu imtihanları için hazırlamış olduğu soruların kendisine ait özel bilgisayardan öğrencileri tarafından internet üzerinden nasıl olup da çalınabildiğine bir türlü anlam veremiyordu.
Sözün özü, emanetin koybolduğu, hırsızlığın sınır tanımadığı bir kıyamet olgusuyla karşı karşıyayız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.