Allah bu memleketi cemâatÇİLİKten korusun!... Amin. (1)
Biliyorum bu yazıyı okuyan bazı insanlar bana hemen “hain” damgasını vuracak ve düşman ilan edecek; en azından yanımdan uzaklaşacak, karşıt pozisyon alacak. Bir kısmı da dudak bükecek; “O da modaya uydu, Hanefi Avcı rüzgârına kapıldı, oyuna geldi ya da gündem yaratacak bir konuyla meşhur olmak istiyor” filân diyecek...
Bunlar neresinden bakarsanız bakın getirisi olmayan, bayağı ve can sıkıcı şeyler. Ama, “Yaa, bu adam doğru söylüyor, evet belki çok fazla göze çarpmıyor ama galiba böyle şeyler oluyor, dolayısıyla konuşulmaya değer bir konu” diyenler çıkarsa da bu, işin tesellisi olacak ve bana cesaret verecek.
Bazen, “İlle de ‘neyse o’yu söylemek zorunda mısın be adam” diye kendime kızıyor; “reel politiğin bu derece ‘insanın kafasına kafasına vurduğu’, insan ilişkilerinin (hatta dostlukların) bu kadar (bizim Rize bölgesi tabiriyle) telden (ince iplik) tuttuğu, yargı değerlerinin bu nebze yerlerde süründüğü ve neredeyse her ilişkinin menfaat-kazanç-makam-mevki-para-pul üzerine kurulduğu bir dünya’da, sana hiçbir şekilde faydası olmayacak, bırak faydayı başını belaya sokacak böyle işlere, bu tür netameli konulara niye giriyorsun, ne diye önünü tıkıyor, sağını-solunu tehlikeye atıyorsun be adam?” diye söyleniyorum?!.. Hem de Ergenekon soruşturması kapsamında ortaya çıkan, altında Jandarma Kurmay Albay Hasan Atilla Uğur’un imzasını taşıyan, 6 Şubat 2004 tarihli “İrticai Kadrolaşma Çizelgesi”nde fişlenen 76 üst düzey bürokratın arasında bulunmaya mazhar olmuşken! (Şamil Tayyar, Star Gazetesi, 28.05.2010)... Yani, şimdi aynı cenahtan, tersine... Hay Allah!...
Doğrusu geçen haftaya kadar bu müzmin sorunun cevabını tam olarak bulamamıştım. Genellikle, “Ya, Allah bizi de böyle yarattı arkadaş; bir yanlış varsa söylemeden, bir doğru varsa altını çizmeden, bir güzel varsa dile getirmeden edemiyorum” şeklinde harc-ı alem bir şeyler söylüyordum. Davranışıma dayanak oluşturacak somut bir örnekleme yapamıyordum yani.
...Telefon çaldı. Diğer uçta eski milletvekillerinden, araştırmacı-yazar H.Hüseyin Ceylan dostumuz vardı. Sayın Ceylan telefonu açar açmaz o entelektüel, hareketli ve heyecanlı kişiliğiyle şunları söyledi: “Sevgili Hocam birileri ‘Ne diyorsa o’ diyor, sense ‘Neyse o’ diyorsun; Allah senden razı olsun”.
Onun böyle hemen konuşmaya başlamasına, konuyu daha açmadan birkaç cümleyle derleyip toparlamasına alışıktım ama ne yalan söyleyeyim buna yine de biraz şaşırmıştım. Her defasında, o derleyip toparlarken ben de ona ayak uydurur ve belli bir akordu yakalardık ama bu defa öyle olmadı.
Devam etti dostum: “Neyse o” düsturu Kur’an’ın, İslam’ın ve Sufi geleneğin, “Ne diyorsa o” ise Kur’an dışılığın, İslam dışılığın, Harici’liğin görüşüdür. Hakka yakın olan, İslâm’a has olan, bizim yapmamız gereken birincisidir”... Artık başka bir şey konuşmaya hacet kalmamıştı; aradığım cevabı bulmuştum çünkü. Ben de “Allah senden de razı olsun” dedim ve telefonu kapattım. Ve de bu bilge görüşten aldığım güçle okumakta olduğunuz makaleyi yazmaya karar verdim.
Öyle ya, ben Sufi geleneğine de uygun olmak üzere Kur’ani, İslami bir şeyler yazacaktım, bunun kime ne zararı olabilirdi ki. Yazdıklarım bu çerçevede olacağına göre yazmaktan niye çekinecektim ki. Harici değildim, kimseyi de Haricilikle suçlamıyordum... Sonunda şu kanaate vardım: Asıl mesele yazdıklarımın gerçekten “neyse o”yu yansıtıp yansıtmadığı, insanımızın iyiliğine dolayısıyla Allah rızasını kazanmaya matuf olup olmadığıdır.
Peki, işin içinde nefsani veya menfaate dayalı bir şey olabilir mi?.. Kesinlikle hayır. Millet, şuradan ya da buradan; en azından, bir yılı aşkın bir süredir bu sütunlarda yazdıklarımdan beni tanıyor. İyi niyetimden şüphe edilmeyeceğine inanıyorum. Burada, tek endişem bazı cemaat bağlısı (aslında bağımlısı demek lazım; buna açıklık getireceğim!) okurlarımın ya da bu yazıyı okumadan birilerinden duyup da değerlendirme yapacakların “bağımlılık şuursuzluğu” içerisinde refleks olarak tepki vermeleri ve yargısız infaz yapmaları. Yanlış anlaşılmasın, ille de fiili anlamda bir şey olmasını kastetmiyorum; onların nezdinde kalplerinin tarafımdan kırılmış olduğunu hissetmeleri dahi benim için verilmiş bir yargısız infaz kararı olacaktır.
Ama inandığını söylemek, Hakk’ı dile getirmek de imanımızın bir gereği. Zira işin içinde dilsiz şeytan olmak var!.. Ayrıca serde akademisyenlik var ve akademisyenlikte de “akademik namus” diye de bir şey var.
Devam edecek...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.