Tabiatle kavga etmeyen medeniyet
Her topluluk tabiatle ilişkilerini farklı yollarla kurdu. Bazıları tabiatle uyumu tercih ederken, bazıları da, tarihin ve tabiatin “tabiati”ne zıt bir şekilde sıçrama yoluna gittiler. Türkler, uyumlu gelişmeyi tercih edenlerdendi; Batı, sıçramayı...
Medeniyeti ve kültürü oluşturan bütün alanlarda, bu farklılıklar görülmektedir.
MİMÂRÎ - Medeniyetler tabiatle ilişkilerini, ilim ve sanatlarına yansıttılar. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Türkler, tabiatle âdetâ dostça bir oyun oynadılar ama asla ondan uzaklaşmadılar. Mimârî eserlerinde kullandıkları taş ve mermerler, taş ve mermer olma özelliklerini tamamen kaybetmediler; sâdece mimârî uyum ve yapı sağlamlığı için şeklî bir değişikliğe uğradılar. Bu da geometrik bir değişiklik idi ve her biri genel mimârî bütünlük içinde mütemmim bir cüz olacak şekillere büründü. O bir duvarda veya sütunda, yine mermer veya taş olarak göründü. Üzerlerine yapılan tezyinat da, onları aslından, yani tabiîliklerinden uzaklaştırıp sentetize bir hüviyete dönüştürmedi. Portallerdeki süslemecilik anlayışı bile taş ve mermeri boğmadı. Bu, sâdelikte yakalanan bir estetik heyecanın mahsûlü olmakla beraber tabiate ihânet edip “yabancılaşmama”nın ve tabiatle kavga etmemenin bir neticesi idi. Dostça oyun, sonunda “cilveleşme”ye kadar geldi dayandı.
Batı mimârîsinde, aşırı yüzey süslemeciliği, taş ve mermeri aslından uzaklaştırmış ve onlara plâstik bir değer yükleme gayreti peşinde koşarken, sentetik bir neticeye ulaşmıştır. Yakın coğrafya ve müşterek medeniyet dâiresi olan İran’da da durum pek farklı değildir. İran mimârisindeki süslemecilik de, kullanılan malzemenin esasına müdahale edecek kadar yoğundur. Ne de olsa, onlar da Hind-Avrupa milletlerinden. Bu tür mimârî sanat anlayışları, tabiî olanla kültürel olanın zıtlaşmasını ve kavgasını doğurmuştur.
MUSİKÎ - Musikîde de durum farklı değildir. Türk musikîsinin sesleri ve formu, tabiî olandan uzaklaşmamıştır. Sesler, tabiatteki seslere yakın ve tabiri câizse, onunla “hoş geçinen” seslerdir ve seslerin dizilişi, birbirinden kopmalar şeklinde inişli-çıkışlı ve hatta zikzaklı değildir. Ses yükselirken de, alçalırken de, aralarda yumuşak geçişler muhafaza edilir. Sert ve hızlı geçişler yerine dengeli ve uyumlu geçişler yapılır.
Batı müziğinde ise, gerek seslerin bizzat kendileri, gerek sesle arasındaki farklar ve hatta kompozisyon anlayışı, genellikle tabiî olandan uzaklaşmış haldedir. Meselâ, arya sesi, tabiî sese en uzak bir sestir ve batı müziğinde bu ses geniş yer tutmaktadır. Arya sesi, tabiatin imkânlarının zorlanmasıyla elde edilen sentetik bir sestir.
ŞİİR - Osmanlı dönemi şiiri, mecaz ile hakikat arasındaki ilişkiyi ve dengeyi, reel olanı muhafaza ederek korumuştur. Soyutlama ne kadar mecazdan uzaklaşırsa uzaklaşsın; her zaman tabiî olanla mecaz iç içedir ve hiçbir beyitte, tabiatin zıddına bir imajinasyon söz konusu değildir. Meselâ, sevgilinin boyu, şekil itibâriyle serviye benzetilir; çınara veya zeytine değil. Kulak gül ve hilâle, saç sümbüle, göz nergise benzetilerek mecazlanır. Bir şâir bunun aksini yaparsa, tabiî olandan uzaklaştığı ve unsurlar arasında akla uygun, yani tabiate uygun bir ilişki kuramadığı için tenkid edilir.
•
Tabiatle kavga, Batı’da vahşi kapitalizmi doğurdu; biz ise, Nâilî’nin dediği gibi, “Mestâne nukûş-ı suver-i âleme bakıp/Her birini özge bir temâşâ ile geçtik.” Yani tabiatin hikmetiyle özdeşleşip ona ihânet etmedik.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.