Bu Bir İşkencedir ve Suçtur 1
Bir haber aldı götürdü beni yıllar öncesine…
Sene 1977- 80yılları. Yani 12 Eylül öncesi anarşi dolu, terör dolu yıllar. Derin devlet bir darbe yapmaya karar vermiş, her işi çığırından çıkarmakta. Her yerde kanunsuzluk hakim, her yerde laşkalık var.
Ve ben Anadolu’nun ücra bir kasabasında yeni atanmış bir din dersi öğretmeniyim. Tecrübesizim ama öğrencilerime ve halkıma dinimi anlatmaya çok iştahlıyım ve heyecan doluyum. Tabiri caizse ateş gibiyim. İhtiyarî olmasına rağmen sağcı solcu demeden bütün çocuklar din dersine iştirak ediyorlar. Ben de kendimi asr-ı saadetten tebliğ için gelen bir adam yerine koyarak coşkuyla anlatıyorum da anlatıyorum.
Öğretmenden çok vaiz gibiyim o zamanlar. Coşkun hitabelerde bulunuyor, yer yer ben de öğrenciler gibi ağlıyorum. Derslerimizde İslam’a dair her şey var. Vakit nasıl bu kadar tez geçer, zaman ne çabuk biter de zil çalar anlamıyorum.
Derken bu derslerden etkilenen kimi kız öğrencilerim benim derslerimde başlarını örtmeye başladılar. Sanırım kendilerini öyle daha çok seveceğimi umarak benden büyük bir de “aferin” bekliyorlardı. Ama bulamadılar…
Evet, onları daha çok sevdim. Hareketlerini takdir ettim. Ama bunu açıkça söyleyemedim. Sadece tatlı tatlı baktım onlara, tebessüm ettim, o kadar.
Neden mi?
Nasıl bir yükün altına girdiklerini bilebiliyorlar mıydı acaba? Onları bekleyen çilelerden haberdar mıydılar? Yaman bir imtihan yaşayacaklardı, bunu hiç hesap etmiyorlardı herhalde. Masumlar ne sistemi biliyorlardı, ne de bu sistemin dine bakışını…
Oysa ben başlarına gelecekleri az çok tahmin edebiliyordum. Ama ne yapabilirdim ki? “Çocuklar, başınızı örtüyorsunuz ama bu sistem başınıza dünyayı dar eder, vazgeçin” mi diyebilirdim? Asla! Bir Müslüman olarak bunu nasıl diyebilirdim?
Lakin bu öğrencilerin bu yükün altında ezileceklerini biliyordum. Bu yüzden açıkça teşvik etmiyordum. Çünkü şimdi örter de dayanılmaz baskıları görünce açmak zorunda kalırlarsa ruhen daha çok ezilir, daha çok incinir, daha çok perişan olurlardı. Bir yandan kimliklerinden bekleneni yapamamaktan, bir yandan da benden utanırlar, mahvolurlardı…
Derken bu kızlar çoğaldı. Okulda sadece benim dersimde başörtüsü takarlarken, yavaş yavaş okulun kapısına kadar sokakta da örtünmeye başladılar. İşte o zaman imtihanları da başladı…
Önce uyarıldılar. Ben uzaktan takip ediyordum. İdareye çağırılıyor ve kibarca tehdit ediliyorlardı. Fakat asalete bakınız ki bana duyurmuyorlardı. Ben ise böğrümde sancı, aklımda kezap, derin acı çekiyordum. Çaresizliğe lanet ediyordum durmadan. Dua ediyordum yavrularım için…
Bir gün onlardan birisini dersten çağırdılar. Müdür odası “ikna ve işkence odası” olmuştu. Bir müddet sonra kızımız geldi. Belli ki ağlamıştı. Ben de pencereye kadar gittim ve dışarıyı seyretmeye başladım. Maksadım kimse ağladığımı görmesin idi. Çünkü o halimle ders anlatamazdım. Sesim titrer, nefesim kesilir, ağlamama mani olamazdım.
Nasıl ağlamayayım ki, evlatlarım gözümün öünde işkenceye çağrılıyor ama ben bir şey yapamıyorum!
Zil çalana kadar dönmedim sınıfa. Ama arada bir kulağıma gelen hıçkırık seslerinden öğrencilerin de ağladığını anlayabiliyordum…
Derken neler olmadı neler!
Kimisi sınıfta kaldı, kimisi derslerinden az not aldı, kimisi tekrar başını açtı, ama kimisi de okul dışında tesettürü asla bırakmadı. Ben onlara hayran kalmıştım. “Kim ne der?” düşüncesini kafalarından atmış, “kınayanın kınamasına aldırmayan evliya” mertebesine erişmişlerdi.
Ah bir de biz öyle olabilseydik millet olarak!
İşte şimdi okuduğum haber beni tekrar o yıllara aldı götürdü. Bu haberde diyordu ki: “Mersin'de başörtüsü ile okumak isteyen ilköğretim 8. sınıf öğrencisi okul yönetimi ve öğretmeler tarafından psikolojik baskı ve tehditlere maruz kalıyor.”(*)
(*)http://www.dogruhabergazetesi.com/index.php /guncel/81-haber/14606-qbaoertuemle-okumak-stiyorumq