Eğitimdeki dertler bitmez mi?
Eğitimle ilgili konuları konuşurken, öğretmenlerin çektiği sıkıntıları yeterince dile getiremediğimizin de farkında olmalıyız. Sadece veli toplantısı dolayısıyla okula gidenlerin sistemden çok da şikâyet etmeye hakkı olmaz.
Şu da var ki, ‘veli toplantısı’ olmadan bir okula gidip çocuğunuzun durumuyla ilgili bilgi almak isterseniz, bu tavır biraz da garip karşılanır. “Hayırdır, niçin geldiniz? Biz sizi çağırmadık ki! Bugün veli toplantısı mı var?” sözleri söylenmese de, yöneticilerin davranışlarında bunlar sezilir.
Belki öğretmen ve okul yöneticileri bu tesbitlere itiraz edecek, ama en azından bazı okullarda böyle olduğunu söyleyebiliriz. Buna da itiraz edilirse, ‘veli toplantısı dışında’ gittiğim bir ‘devlet okulu’nda böyle muamelelerle karşılaştığımı rahatlıkla ifade edebilirim. Karşılaştığım ilgisizlik sonrasında, okul müdürüne “Öğrenci velilerinin ağırlanabilmesi için bir oda tahsis edilmesi”ni teklif etmiş, “Bu veli de nereden çıktı?” anlamında tavırla karşılaşmıştık.
Geçenlerde bir öğretmen anlatmıştı: Bir veli okula gelerek çocuğunun durumunu sormuş. Öğretmen de sorulan çocuğu hatırlamadan, “Notları gayet iyi” demiş. Veli gittikten sonra “not defteri”ne bakınca, sorulan öğrencinin notlarının zayıf olduğunu fark etmiş. Ne yapsın? Veliye ‘iyi’ dediği için mecburen ‘kanaat notu’ vererek öğrencinin notunu yükseltmiş... Gerek okulların kalabalık oluşu ve gerekse öğrenci-öğretmen-veli üçlüsünde yeterli işbirliği ve kaynaşma olmadığı için benzer yanlışlar her zaman olabiliyor.
Okullarda şahit olduğumuz bir yanlışlık da, görevli öğretmen ya da idarecilerin öğrencilere ‘asker’ gibi davranması. Bilhassa sabah ve akşam saatlerinde, marş ya da and içerken sergilenen bağıran-çağıran eğitimci görüntüsü hiç hoş değil. Bu benzetme ile askerlere yapılanı ‘normal’ kabul ettiğimiz düşünülmesin.
“Bağıran-çağıran eğitimci” görüntüsünden rahatsız olanlardan biri de Okay Gönensin olmuş. Gönensin Vatan’da şöyle yazmış: “Evimin yakınında bir okul var. Genellikle eğlenen, oynayan çocukların keyifli uğultusu geliyor. Cumaları ve diğer tören günlerinde ise çocukların neşeli uğultusunu bastıran, bağıran öğretmenlerin sesi oluyor.
“Çocuklar öğretmenin her dediğini hemen yapmıyor. Eğlenmeyi hemen bırakmak istemiyorlar, haklı olarak. Ama öğretmen sabırsız, hemen hizaya girmelerini, gülmeyi, konuşmayı kesmelerini istiyor. Çocuklar direniyor, öğretmen daha çok bağırıyor. Onların bağırması çocukları uysallaştırmıyor, öğretmenin talimatlarını dinlemekte yine de acele etmiyorlar. Ama öğretmen bağırıyor...
“Bağırmak bir öfke ifadesi, bazen isyan ifadesi, bazen de korunma yöntemi. (...) Ama bir zorunlu ikna, susturma yöntemi olarak, bir korunma yöntemi olarak bağırmanın anlaşılır bir yanı yok. Bu saiklerle bağıranlarla empatiye de gerek yok. (...) Bağıran bir de bağırılandan yukardaysa, bağıranın keyfine diyecek olmaz. Bağırılan çocuklar bağıran öğretmene cevap verme, bağırma imkânına sahip değillerdir. Bağıran öğretmen isterse onların hayatlarını karartır. (...) Öğretmenim lütfen bağırmayın.” (Vatan, 4 Aralık 2010)
Benzer ‘bağırma’lara hepimiz, bilhassa evi okullara yakın olanlar şahit olmuştur. Bu vesile ile okul zillerinden duyduğumuz rahatsızlığı da hatırlatmak isteriz. Bazı okulların zilleri, her halde 3-5 km öteden duyuluyor. Öğretmenlerimizin işlerinin hakikaten kolay olmadığını kabul ediyoruz, ama bu zor işlerini sessizlik içinde yapmalarını da temennî ediyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.