Sezar’ın ve Türk’ün hakkı!
François-Marie Arouet (1694-1778) Dünyâ Târihi’nin görüp göreceği en parlak beyinlerden biridir. Daha ziyâde VOLTAIRE adıyla bilir. Aynı zamanda çok da nüktedan biriydi. Müsrifliğiyle mâruf Kıral XI. Louis (1710-1774) bir ara aklını başına toplamaya niyetlenerek, masrafları kısmak üzere Has Ahırı’ndaki cins atlardan bir bölümünü satmaya kalkınca daha “etkin” olacağı gerekçesiyle bir karşı öneri getirmişdir:
“Haşmetmeâb, ahırdaki atları elden çıkarmakdansa Saray’daki eşekleri tasfiye etmek daha yerinde olur.”
Son günlerde Belçikalı bir bakanın bir tv programındaki patavatsızlığı yüzünden Voltaire’den epeyi bahsedilir oldu. İşte “Türk Düşmanı” mıydı “Oriyantalistlerin Öncülü” müydü filan diye. Aman, kusur kalmayayım diye ben de bu konuya biraz değinmek istiyorum:
Voltaire Prusya Kıralı Büyük Frederik (1712-1786) ve Rusya Çariçesi Büyük Katarina’nın (1729-1796) da yakın dostu ve “hocası” idi. Bu üç dâhî şahsiyetin mektublaşmaları da hem edebî hem felsefî bakımdan büyük önem ve değer taşır.
O sıralar Osmanlı İmparatorluğu’nun başında Sultan III. Mustafa Hân (1717-1774) bulunuyordu. Çariçe 1768’de “Devletler hukûkunu hiçe sayan bir Rus tecâvüzkârlığıyla!” (Ralf Konersmann, Alman Târihçi) Kırım’a taarruz edince Voltaire’in etekleri sevinçden zil çalmış ve Katarina’ya şöyle yazmışdır:
“Emperyal Majesteleri, Türkleri öldürerek bana hayat bahşediyorsunuz!”
Bu savaşda Osmanlılar mütemâdiyen yeniliyorlardı. Çünki gûyâ savaşır gibi yapanlar, müstakbel cuntacı eşkıyânın dedeleri olan Yeniçeri gürûhuydu. Sâhiden savaşanlar sâdece Tımarlı kıt’alar ve gönüllü olarak Türklere katılan Fransız subaylarıydı.
O teessürle sonradan yüreğine inen Mustafa Hân şu şiiri yazmışdır:
“Yıkılıbdur bu cihan, sanma ki bizde düzele!
Devlet-i Çark-ı Denî verdi kamu mübtezele!
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezen hep hazele!
İşimiz kaldı bizim merhamet-i Lem-Yezel’e!”
Yâni Kader Devlet’i tümüyle alçakların eline teslîm etdi. Şimdi saâdet kapılarında gezenler hep yüzsüzlerdir. İşimiz Tanrı’nın merhametine kaldı.
Öte yandan Voltaire Türkleri bir yandan nefretle “sanatın ve kültürün düşmanları” olarak nitelerken bir yandan da şunlar gibi sayısız değerlendirmesi bulunuyordu:
“Türkler; konuksever, hoşgörülü ve zannımızdan ziyâde sözlerine sâdıkdır.”
“Türklerin sanatı kumandanlıkdır.”
“Türkler yenilseler bile boyunduruk altına alınamayan dövüşken bir milletdir.”
“II. Mehmed, Avrupa hükümdarlarının hepsinden daha eğitimli ve kültürlü idi. Yunanca, Farsça, Arabca konuşur, Latince anlar, resim yapar ve o zaman bilindiği kadar coğrafya ve matematik bilirdi.”
“Köprülüzâde Nûman Paşa, Türk tipinin tam bir örneğiydi: Kaanun dışına tek adım atmayan dosdoğru bir adam!”
Peki bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?
Yanılmıyorsam Voltaire’de kültür sâhibi Avrupalının “ezelî ikilemi”ni tesbît etmek mümkindir:
Bir yandan Haçlılık tortusuyla içgüdüsel bir Türk nefreti ve aynı zamanda “aklın” (Ratio’nun) emrine uyma mecbûriyeti!
Sezarın hakkı Sezara!
Türkün hakkı Türke!