Târih böler kültür bağlar!
Kılıçdaroğlu Baykal’ın “aşûre geleneği”ni bitirmiş.
Efendim, Baykal her 10 Muharrem günü (bu yıl dün!) CHP Merkezi’nde aşûre dağıtıyormuş, beriki buna son vermiş.
Bence son vermek değil sâdece 48 saat ileriye almak onunki.
Bu yıl “aşûre partisi” yarın!
Neyse, CHP’liler bermûtâd didişedursunlar biz dönelim “gerçek” konulara:
Son haftalarda sönüp sönüp alevlenen bir mevzû Türkiye’nin bir “Yeni Osmanlılık” fikri peşinde olup olmadığı. İsrâil ve Batı Âlemi’ndeki “destek kıt’aları” sırf Türkiye’yi müşkil mevkıye sokmak için Ankara’nın bir “Yeni Osmanlı İmparatorluğu” hummâsıyla kavrulduğu tezini işliyorlar. Aklı başında gözlemciler ise böyle bir hevesin deli saçması olduğu, ama Türkiye’nin sâbık Osmanlı coğrafyasındaki güçlü bağlarını canlandırarak geniş bir havzada bir refah ve istikrar düzeni kurma çabasında olduğunu tesbît ediyorlar.
Benim bununla ilgili olarak tam 38 yıldır hiç unutamadığım bir anım var. “Yaşasın Arsène Lupin!” adlı kitabımda ayrıntılarıyla anlatdığım bir anım vardır. Özetini buradaki okuyucularımla paylaşayım:
30/31 Ağustos 1972 gecesi Köln’den güney Fransa’daki Montpellier’ye gidiyordum. Benim neslim uzak gece trenleri romantizmini severdi. Mannheim’da binen ve Madrid’e devâm edecek olan bir Yunanlı albayla tanışdım. O sıralar Atina’da Albaylar Cuntası’nın saltanatlı seneleri. Ama onun bu işlerle alâkası yok “imiş”! Yerseniz. Mâmâfih biz o meselelere hiç dalmaksızın konyaklarımızı yudumlayarak başka sohbetler açıyorduk. Bir ara şu anekdotu nakletdi:
Muhtelif NATO ülkelerinden subaylar seneler önce Londra’da bir ortak seminere katılmışlar. Konu “Britanya Milletler Câmiâsı” (British Commonwealth of Nations).
Bu Örgütde bâzı sâbık İngiliz müstemlekeleri, meselâ Kanada, Avustralya, Y. Zelanda, Kıraliçe’yi hâlâ devlet başkanı kabûl ederler ve Kıraliçe (Kıral) oralara sembolik olarak birer “genel vâlî” bile nasbeder.
Seminerde bizim Türk subayları verilen bilgileri pür-dikkat dinliyor ve durmaksızın not alıyorlarmış. Yunanlı albay bir paydos sırası yanlarına yaklaşarak dalgasını geçmiş: “Yâhû, harıl harıl herşeyi kaydediyorsunuz ama bu Commonwealth denen nesnenin asıl mûcidleri sizlersiniz! Osmanlının tâ başından bu ana uyguladığı ve kavimlerin geniş iç muhtâriyetine dayanan yönetim şekli neydi sanıyorsunuz? Memnun kalmasalardı 550 sene kahrınızı çekerler miydi? Siz sonunda herşeyi yüzünüze gözünüze bulaştırdınız!”
Sonra yine unutamadığım şu sözleri ekledi:
“Ben bunları özel olarak Türklere anlatırım ama Yunanistan’da söylesem beni sağ komazlar!”
Aslında İngilizlerin 1945’den sonra uyguladıkları “dâhiyâne çözüm”ü Halîfe Hâkan Abdülhamîd Hân daha 1895’lerde tasarlamış ve buna hazırlık olarak “kabîle mektebleri” açmaya başlamışdı. Buralarda yetişen genç Arab ve Afrikalı elitler tedrîcen yönetimi devralacaklardı. Balkanlarda ise yetişmiş gençler zâten vardı.
İttihadcılar bırakmadılar!
Ölüm döşeğinde bile hâlâ kırk milyon kilometrekarelik bir mîrâsı dokuz yılda çar-çur etdiler!
Ve döndük yine 1908’e!