Hind/istan yükselişinin farkı?
Bugünlerde iç politikaya fazlaca kapanan, dünyayla eksen kayması gibi ödünç sorunlarla ilgilenen medyanın Hindistan'ın başkentinde yaşanan diplomatik trafik pek ilgisini çekmedi. Batı ekseninde gözümüz epeyce kamaştığı için dünyanın kalan kısmına ilgisiz kalarak eksen kaymasına karşı korunduğumuzu varsayıyoruz.
Hindistan 1962'de savaşın eşiğine geldiği, hala sınır anlaşmazlıkları yaşadığı Çin'le belli alanlarda buzları eriterek ekonomik ağırlıklı anlaşmalar yaptı. Çin Başbakanı Wen Jiabao'nun Hindistan ziyareti sırasında Hindistan ve Çin şirketleri 16 milyar dolarlık anlaşma imzaladı. Bu yıl iki ülke arasındaki ticaret hacminin 60 milyar dolara ulaştığı belirtiliyor.
ABD Başkanı Barack Obama'nın Hindistan ziyaretinde 10 milyar dolarlık anlaşma imzaladığı hatırlanacak olursa Çin'in attığı adım daha da anlamlı hale gelir.
Çin başbakanının ardından Rus devlet başkanı Yeni Delhi'ye ayakbastı. Soğuk savaş döneminde Sovyet-Hindistan ilişkisinin özel bir anlamı vardı. Her ne kadar Hindistan bağımsızlar bloğunda olsa da Sovyetler'le yakın ilişkisini korudu. Buna karşın Amerika da Pakistan'a destek veriyordu. Hindistan'ı ziyaret eden Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev meslektaşı Pratibha Patil ve Hindistan Başbakanı Manmohan Singh'le bir araya gelerek askeri ve nükleer alanda zaten var olan yoğun işbirliğini sürdürürken teknolojik alanda ortak projelerin gelişimi konusunda mutabakat sağladılar.
Çok sayıda bakan ve işadamı ile Medvedev'in Hindistan'a çıkarma yapmasını, özellikle nükleer ve askeri alanda Hindistan pazarını ABD ve Çin'e kaptırmama çabasının bir sonucu olarak okumak gerekir.
Dünyanın en büyük nüfusuna sahip ülkelerden biri olması, teknolojik birikimi, nükleer gücü ve jeo-stratejik konumu göz önüne alındığında ABD, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin Hindistan üzerinde rekabete girişmeleri anlaşılır bir durum. Gerisi stratejik ve ekonomik dengeler gereği kurulacak yeni ittifaklar üzerinde konuşmaya kalıyor.
Fakat Hindistan örneğinde stratejik ve ekonomik boyutun ötesinde; kadim dünyanın kültürel ve tarihsel merkezlerinin oluşmakta olan yeni küresel dengelerde aktör haline gelmeleri, bu durumun ne türden dinamikleri tetikleyebileceği konusu önemli.
Soğuk savaş dönemi tarihsel ve kültürel olarak belirleyiciliği olan merkezleri yok saymıştı. Tarihsel olarak küresel aktör olmamış Amerika ile Avrasya eksenindeki imparatorluklardan biri olsa da özgün bir rol oynamamış Rusya batı-doğu, kuzey-güney eksenindeki hesaplaşmayı belirleyen merkez haline geldi. Doğu-batı bloğu adıyla tüm kültürel farklılıkları/zenginlikleri yok sayan, tarihsel olarak öne çıkan merkezleri etkisizleştiren bir sistem kurdu. Bu sistem sömürgecilik sonrası, Avrupa merkezli dünya sistemine bir tepki gibi ortaya çıksa da yine batı merkezliydi. Sovyet sisteminin de batı paradigmasının bir ürünü olduğu unutulmamalı.
Tek kutuplu dünya yeni bir dünya sistemi kuramadan tarihe karışmanın eşiğindeyken yeni küresel aktörler devreye giriyor. Çin, Rusya, ABD, Avrupa Birliği bir çırpıda akla gelen yükselen güçler. ABD, Rusya ve Çin'in peş peşe anlaşmalar yapmak için sıraya girmesi Hindistan'ın da bu yükselen küresel güçler arasında sayılması gerektiğinin göstergesidir.
Stratejik analizler bir yana bırakılırsa yeni güç merkezleri ile kadim medeniyet merkezleri arasında var olan ilişkiyi gözden kaçırırsak şekillenmekte olan yenidünyayı okumakta zorlanabiliriz.
Bir yönüyle bakıldığında Avrupalıların küresel aktör olarak ortaya çıktıkları 16. yüzyıldan; özellikle Osmanlının etkisizleşmesi, Çin'in sömürgeleşmesi, Hind Babür İmparatorluğunun çökmesinden bu yana farklı medeniyet merkezleri yeni güçler olarak ortaya çıkmaya başladılar. İslam Dünyasında henüz bu oranda güç temerküzü olmasa da potansiyel olarak meydan okuyucu jeo-kültürel ve jeo-strateik-ekonomik birikimiyle bu rolü daha uzun süre ertelenemez. Bu durumda dünyada taşların yerine oturduğu ve doğal güç merkezlerinin uluslararası sistemin oluşmasında belirleyici olacakları söylenebilir. Bu yönüyle bakınca uluslararası dengelerin doğal mecrasına akmaya (Hind-Çin örneğinde olduğu gibi) başladığı yorumu yapılabilir.
Jeo-stratejik açıdan bakılınca kadim kültür ve medeniyet merkezlerinde bir güç temerküzünün oluştuğu ve bunların sistemi etkileyecek daha zengin, çoğulcu bir dünyayı oluşturabileceği beklentisi belirebilir.
Oysa dikkatlerden kaçan bir husus olarak, eski kültür merkezlerinin yeni küresel aktörler olarak ortaya çıkmalarının kendi kültür ve medeniyetlerinin sonucu bir yükseliş olup olmadığı sorgulanmalıdır. Sömürgecilik çağında Hindistan'dan Çin'e, Latin Amerika'ya kadar dünyanın nerdeyse tamamını sömürgeleştiren bir sistem kurdu Avrupalılar. Soğuk savaş döneminde bu dengenin yerine yine batı merkezli ideolojik, hegemonik bir sistem kuruldu.
Şimdi çok kutuplu sistemde; görünüşte farklı uluslar, kültür merkezleri yeniden öne çıkıyor gibi görünüyor. Oysa bu yeni sistemde batı merkezli hegemonik bir sistem geçerli. Kapitalizmin değerlerine, üretim ilişkilerine dayalı, finans kapitalizminin belirleyici olduğu bir küreselleşme yeni uluslararası yapının ortak rengi.
Yükselen Hindistan'ı kapitalizmle kurduğu ilişki bakımından Rusya'dan farklı kılan nedir? Ya da Çin'le Avrupa Birliği ülkelerinin üretim, finans farklılıklarında kültürel renkleri ne kadar belirleyici oluyor? Sonuçta batı merkezli bir dünya görüşünün monopolleşmesi söz konusu. Sömürgecilik çağından farklı yöntemlerle de olsa benzer bir sonuçla karşı karşıyayız. Kadim medeniyetlerin kendi renklerini veremedikleri bir güç birikiminden söz ediyoruz.
Burada İslam dünyasının oynayacağı rol, tüm dünyanın bu hegemonik yaptırımla ilişkisini belirleyecektir. Türkiye'nin küresel güç haline gelmesinin; Hindistan'ın, Çin'in yükseliş öyküsünden, sistem ilişkisinden farklı olup olmayacağını konuşmak gerekir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.