ABD, göstericilere hak verebilir mi?
Bir tahrik malzemesi olarak üretildiği her yönüyle açık bir filme duyulan öfke sonrası malum mesele yine gündeme geldi: Müslümanlar Batı'nın düşünce özgürlüğü ilkesini anlamıyorlar. Buna karşılık Batı, kutsal değerlerinin Müslümanlar için ne anlam ifade ettiğini anlamak istemiyor.
Bu çift yönlü suçlama aslında modern Batı uygarlığının evrensellik iddiasının dinlerle, özelde ise İslam'la çelişkisini işaret ediyor. Batı'nın Müslümanları anlamaması sorunundan önce seküler dünya görüşünün dinle kurduğu sorunlu ilişkinin sorgulanması gerekir. Postmodern dönemde dinlerin çoğulculaştırılması, dinin bireyselleştirilmesi karşısında Müslüman dünyada ortaya çıkan tepkiyi anlamlandırmaları imkansız gibi.
Amerika'daki akademik çevrelerin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya attığı ve Amerika'nın Batı-dışı dünya ile ilişkilerini yoluna koymayı amaçlayan 'modernleşme kuramı' hegemon gücün İslam dünyasına yönelik yaklaşımın paradigmalarını ele vermesi açısından önemlidir. Klasik oryantalizmin Amerikan versiyonu sayılması gereken bu kuram Batı-dışı dünyanın ancak modernleştirilerek sorun olmaktan çıkarılacağını varsayar. Bu kuramın bir sonraki adımı, İslam dünyasının modernleşemeyeceği tespitine çıkmaktadır. Çünkü İslam, Müslümanların modernleşmesi karşısında en önemli engeldir.
Batı modernleşmesinin tekelci tekebbürü karşısında postmodern düşünüş çoğulcu tekilleşmelere kapı aralarken, Müslümanlığı postmodern tasavvurun içine sıkıştırır ki bu da temelde modernliğin devamıdır. Fark şu ki, postmodern tahayyül dini bireyselleştirir, Protestan bir mahiyete oturtur ve modern dünyaya meydan okuyucu, sorgulayıcı, din eksenli düşünüş imkanlarını yok eder. Bu nedenle din hayatın merkezinde yer alan, varoluş imkanlarını belirleyen bir değer olmaktan çıkar. Modernliğin yok olacağı kehanetine karşın din, postmodernliğin 'şeylerden bir şey' haline getirdiği bir kıvama, bir renge indirgenir.
Tartışmanın felsefi arkaplanı bir yana Batılıların Müslümanların tepkisini anlamamalarının temelinde modernitenin biçimlendirdiği kutsal ve din tanımının ve modern insanın kurduğu ilişki biçiminin payı var. Seküler toplum dini sadece hayatın dışına atmaz; dini mahkum eder, dini referans alan her çıkarsamaya meşruiyet sorunuyla yaklaşır. Hal böyle olunca Batı-dışı, özellikle Müslüman toplumların dinle kurduğu, dine yüklediği anlam çerçevesini anlamaları beklenemez.
Bugün Ortadoğu'da yaşanan anlaşmazlığın iki boyutu ortaya çıkıyor. Biri, felsefi olarak Batı zihinsel kalıpları ile Müslüman zihin dünyası arasındaki farka işaret ediyor. Diğeri ise politik anlamda Amerika'nın zaten bölgeyi anlamaya ihtiyaç hissetmemesi. Çünkü kurmak istediği ilişki anlama, hak verme esasından çok hegemonik esaslı bir ilişkiyi gerektiriyor.
Amerika'da tezgaha konan ve apaçık biçimde Müslümanların nasıl tepki vereceklerini çok iyi bildikleri anlaşılan oyun, sorunun anlamak-anlamamaktan öte bir şey olduğunun göstergesi. Belli ki birileri Müslümanları nasıl tahrik edeceklerini, neye nasıl tepki vereceklerini çok iyi bilerek ve de anlayarak bir oyun kuruyor. O halde sorunu Ortadoğu'yu anlayıp anlamamaktan başka yerde aramalı. Hegemonik tekebbürün sorunu Ortadoğu'yu anlamaktan çok daha derinde, dinin mahiyetini, anlamını kavramakla alakalı.
Oysa Amerika'nın Ortadoğu'yu gerçekten anlamak isteyip istemediğinden, buna ihtiyaç duyup duymadığından da pek emin değilim. Anlamaya çalışmak (kabul etmesen bile) muhatabınla daha farklı bir ilişki kurma eylemine girmeyi gerektirir. Daha insani, daha duygusal belki...
Ortadoğu'ya müdahil olan güçlerin -Amerika da dahil- bu bölge ve insanıyla anlamayı esas alan bir ilişki kurmak niyetiyle gelmedikleri açık. Bölgeyle kurulan ilişki -tarihi tecrübeyle sabittir ki- jeo-ekonomik, jeo-stratejik temelli bir ilişkidir. Daha açık ifade ile, Osmanlı'yı parçalayan güçler nasıl bölge insanını 'uygarlaştırma' adına bölgedeki ihtiyaçları olan kaynaklara el koymayı hedeflediyse Amerika'nın sürdürmek istediği modernleşme kuramlarını aşan hegemonik ilişkide de, küresel imparatorluğuna kan pompalayacak kaynakları kontrol etmek daha öncelikli.
Olayların arkasında ne türden komplo teorileri ararsak arayalım, Amerikan politik dengelerinde nasıl bir argümana dönüştüğünü varsayarsak sayalım, bu olayın Ortadoğu'ya yansıma biçimi, tabii ki öncelikli olarak seçim endeksli olarak, ama uzun vadede bölgedeki etkinliğin sürdürülebilir olmasıdır.
Olayın hemen ardından Obama'nın 'Mısır ne müttefikimiz ne de düşmanımız, ilişkilerimiz alacakları tavra bağlı' türünden açıklama yapması, son derece stratejik ayar verme hamlesinin ipuçları olarak okunabilir. Penatta'nın 'on yıllık savaş sonrası için bu bir dönüm noktası'dır sözleri hayli iddialı ifadeler.
Dünyanın en önemli enerji kaynaklarının üstünde bulunmalarına karşın gelir dağılımında adaletsizliğin, fakirliğin kol gezdiği bir coğrafyanın öfkesinin nasıl kanalize edilebileceğini yahut bu öfkenin gerçek nedenini keşfetmemiş olamaz Amerikalılar.
Müslüman coğrafyanın daha medeni tepkiler vermesini bekleyenlere şu söylenebilir: Bu coğrafyanın son on yıl içinde ABD maharetiyle başına gelen belaları yok saymadan bu cümle kurulamaz. Sürekli dayak yemiş, aşağılanmış kitlelerin 'kutsal' söz konusu olduğunda neden bu kadar sert tepki verdiklerini önce bu coğrafyanın aydınları anlamalı. Amerika'nın değil ama bu coğrafyanın seçkinlerinin bu bölgenin insanlarını anlamaya ihtiyacı var bence.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.