Kadınlar kimi sever?
Nietzsche, “Kadınlar savaşçıyı sever ancak” diyordu. Oysa kendisi bir savaşçı değildi. Olmak istemedi değil, istedi. Ama olmadı. Miyoptu. Üstelik erken yaşta babasını kaybetmişti. Ona rağmen orduya yazıldı. Attan düşünce, savaşçı olma düşüncesi gerçekleşmedi.
İhtimaldir ki, belki bir kadını sevmişti. Fakat o kadın bir başkasını seviyordu ve onun sevdiği bir savaşçıydı.
Şairin dediği gibi, sevmek kulaktan kulağa oynamaya benzer; sen ona seni seviyorum dersin, o bir başkasına…
Nietzsche’nin bu yargısı kişisel nedenlere dayanmıyorsa, söylenecek şey şudur: Demek ki o zamanın kadını yiğitmiş, yiğidi severmiş…
Kuşkusuz zamanın da bir ruhu var. Şimdi kadınlar paralı erkekleri seviyor; biz daha doğru bir deyişle ‘parayı seviyorlar’ da diyebiliriz. Elbette, hâlâ asaleti seven asil kadınlar yok değil.
Nietzsche’ye “Kadınlar savaşçıyı sever ancak” yargısında bulunduran kadınların sevgisi, daha asil geliyor. Ancak zamane kadınlarının parayı sevmesini de çok fazla yadırgamamak gerekiyor. Aslında savaşçıyı seven kadınlar da parayı seven kadınlar da bir yerde ‘güç ve güçlü’yü sevmiş olmuyorlar mı?
Güç o günün şartlarında pazu kuvvetindeydi. Şimdi sermayede. Pazu kuvveti olan, sermayedarın ancak işçisi -siz buna kölesi de diyebilirsiniz- olabiliyor. Zamanla değişen ne? Kadınların kimlere temayül göstereceği zamanla değişiyor olsa da, neye temayül edeceği hiç değişmiyor.
Herhalde kadınların fıtratındandır. Kendileri zayıf yaratılmıştır. Korunma güdüsü onlarda başattır ve hiç değişmemektedir. Bunda elbette kendilerinin bir suçu yoktur, olamaz. Kadınların güçlüyü sevmesinde de esasen bir sakınca olduğu söylenemez.
Pazu kuvvetine sahip erkek sahiplenirdi. Para gücüne sahip erkekse sanki satın almaktadır. Galiba içe sinmeyen, abes olan da budur. Bir başka abes şey de şudur: Kadınlar kendilerini sahiplenecek erkek mi aramaktadırlar, yoksa sağmal bir inek mi? ‘İlla paralı erkek’ dendiğinde, ‘yok bunlar herhalde sağmal inek arıyor’ yargısı ister istemez insanın aklına gelmektedir.
“Kadınlar savaşçıyı sever ancak”… Onların sevdiği kahramanlıktı. Onlar bir kahraman arıyorlardı kendilerine. Yeri geldiğinde kadını için dövüşmekten kaçmayacak bir kahraman… “Beyaz atlı prens” deyimi bile bir kahramanı çağrıştırmıyor mu sizce de? “Jipe binen prens” deyiminin çağrıştırdığı ise baba parası yiyen züppeden başka bir şey olmuyor ne yazık ki.
Kadınların bir kahraman arayışı ya da bir kahramanı sevmesi anlaşılabilir olmanın yanısıra, saygı uyandıran asil bir davranış olarak görünürken, paralı erkek özlemi aynı şekilde saygı uyandırmıyor. “Beyaz atlı prens” her koşulda sevdiğini savunur; korur; bu uğurda ne dövüşmekten kaçar ne canını vermekten. Ancak “jipe binen prens” öyle mi; ilk fırsatta kaçmayı yeğleyecektir o. Hiçbir kadın için dövüşmeye değmez; öyle düşünür. Nasılsa, elini sallasa ellisi; satın alamayacağı, pardon elde edemeyeceği kadın yoktur!
İnsanın asaleti sevmesi asaletindendir. Kadınların savaşçıyı sevmesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Ancak parayı sevmesine ne denir, ben de bilmiyorum. Parayı seven, yeri geldiğinde satmayı aklından geçiriyor demektir, yeri geldiğinde de satılacağını hatırdan çıkarmamalıdır.
Hatırda tutulması gereken bir başka gerçeklik de şudur: Parayı yegane güç ve otorite belleyenler, peşin peşin kendilerinin de satılabilir, satın alınabilir bir meta olduklarını kabul ediyorlar demektir.
Sizce de kadınlarımızın metalaşması biraz da bundan mıdır?
Para varsa, meta da varsa, piyasa var demektir; ki, bize pazarola demekten başka laf düşmüyor.
İlahi Selami! Lafı döndürüp dolaştırıp ta nerelere getirdin…