Sivil mahkeme olmasın da...
Futbol maçları için söylenir; sahada seyretmekle, ekrandan izlemek arasında dağlar kadar fark vardır. Ekranda; sadece kamera açısının gördüğü, yönetmenin seçtiği görüntüyü görürsünüz, gerçek resmi görmek için sahada olmak gerekir, denir. Türkiye’nin en önemli davalarından birisini, artık sadece o konu üzerine yazılan kitaplardan, tarafların kim ne dedi tartışmalarından takip etmek yerine tartışmaların olayın asli unsurlarını aştığı noktada kendim duruşmaya vasıtasız gözle bakmaya karar verdim. Silivri’ye, 28 Aralık’taki Balyoz davasının ikinci duruşmasını izlemeye gittim ve karda yağmurda sahada olmayı seçen fanatiklere hak verdim.
Silivri’deki ceza infaz kurumları kompleksi bünyesinde olması hasebiyle, eleştiriler arasında gözden kaçan, oysa meslek icabı alışkın olduğumuz duruşma salonu görüntüsünden çok uzak, gelenler için her tür detayın düşünüldüğü, çalışanların son derece kibar ve ilgili olduğu bir yargılama mekanı buldum. Üçü tutuklu 196 sanık, yüzü aşkın sanık müdafi, baro gözlemcisi avukatlar bir o kadar sanık yakını, izleyiciler, basın mensupları ve nihayet mahkeme heyeti ile beş yüzden fazla kişinin aynı anda kargaşasız duruşma salonunda hazır olması kolay iş değil.
Duruşma salonunda ilk dikkatimi çeken, normal şartlar altında yan yana gelmesi imkansız olanların zorunlu olarak aynı ortamı paylaşıyor olmaları ve bu mecburi halin yarattığı gerginlik oldu. Basit nezaket kurallarında bile safları kaybetmeme kaygısı hakimdi. Yargılama esnasında, sanıklar dahil, olağanın dışında giriş çıkışlarda fazlaca rahatlık vardı. Mahkeme heyeti sabırlı idi ve olması gerektiği gibi itirazlara cevap verirken hukuk dilini kullandı.
Sanık beyanları ve müdafilerinin itirazlarının temelinde yetki tartışması vardı. Askeri mahkemede yargılanmaları gerektiğini ısrarla belirttiler. Görünen o ki 1960’dan bu yana, ayrı sosyal donatı, ayrı alışveriş, ayrı hastane, ayrı banka, ayrı tatil hatta ayrı servis ve en önemlisi ayrı yargı ile kendilerine halktan uzak ‘ayrı yaşam’ alanı kuran ve nihayetinde vatandaşla olan teması neredeyse sıfırlanan askerlerin ve yakınlarının sivil mahkemede yargılanmaya tahammülü yok. Öyle ki şiddetle karşı çıktıkları yeni anayasa referandumuyla, Anayasa’nın 148. maddesinde yapılan değişikliğe binaen, sanıklar arasında eski kuvvet komutanları olduğu için onların ve hatta diğer sanıkların Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi tarafından yargılanmaları gerektiğini müdafiler iddia ettiler. Sivil mahkeme olmasın da. Belki abartılı gelebilir ama askerden daha asker, asker eşleri dahi kendilerinin bile askeri mahkemede yargılanmaları gerektiği edası içindeydiler.
Sanıkların ve müdafilerin abartılı tepki gösterdikleri, anlamakta zorlandığım bir diğer konu müdahillik talepleri. Adil yargılamanın temel argümanlarından olan müdahillik müessesesine bu kadar tepki gösterilmesi, biz bu mahkemede yargılanırsak sadece biz bize yargılanırız anlayışının yansıması olsa gerek. Savcının bu konuya dair mütalaa vermek için süre istemesine dahi tahammül yok.
Sonuçta reddi hakim talebine verilen, red kararına yapılan itirazın sonucunun beklenmesine karar verilerek, iddianamenin okunmasına dahi geçilemeden duruşma sonlandı. Bu dava Türk yargısının raconuna uygun olarak daha çok duruşma götürür. Ancak bu dava tüm engellemelere rağmen sonuçlanırsa gerçek demokrasi hayat bulmuş olacak.
Yılın son haftasında, koca bir yıl yaptığımız tartışmaların nedenleri üzerine çok önemli bir tecrübe oldu benim için. Anladım ki, ülkemde askeri bürokrasi ve eşleri çok keskin; düşündüğümün çok ötesinde derin bir nefret taşıyor kendilerinden farklı olan toplum kesimlerine karşı. Sadece konuşarak izale edilemeyecek bir nefret bu...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.