Özkök’ün sefaletinden nesli kurtarma destanına
Türkiye’de birbiri üzerinden beslenen, birinin varlığı diğerine bağlı olan kalitesiz ve kapasitesiz adamlar dengesi vardır. Bu adamları besleyen zihinsel altyapının ve fikri tedarikçilerin aynı olması, onların yaptığı bu kavgayı sahteleştirmez. Kavga gerçektir ve yeni müesses nizamın esası, yayılması ve sürdürülmesi gereği de tabiidir.
Bu kişilerin birbirlerine olan karşıtlıkları, değişik siyasi ve ideolojik kamplarda yer almaları veya çok moda tabirle “yaşam biçimlerinin farklılaşması” dolayısıyla değildir.
Bu genellemenin ispatını yapabilmek için iki tanıdık figür üzerinden bir analiz geliştirmekte fayda var.
Mesela Ertuğrul Özkök ile Roni Margulies arasındaki farklılığın, bir hayat tarzı yabancılaşması dolayısıyla doğmadığı gayet açıktır.
Öte yandan Margulies’in “Bakmayın Yahudi olduğuma, esaslı bir marksistim” şeklindeki haykırışları da diğer Marksist olma iddiasındaki örgütler tarafından bir “çocuk inadı” gibi görüldüğüne göre, Özkök ve Margulies arasındaki kavganın temelinde neyin yattığı konusunda geriye “dükkan rekabeti”nden başka bir şey kalmaz.
Margulies yeni solun ilgi alanlarını “kimlik siyaseti”, “cinsel tercihlere saygı”, “çevre duyarlığı” şeklinde sıralarken, ona karşı çıkan sol kesimlerle aynı dili kullanmayan Ertuğrul Özkök’ün ise, tam aksine Margulies’le yeni sol hareketin tercih veya önceliklerinin neler olduğu konusunda olmasa da başka gerekçelerle aynı hassasiyeti tamı tamına paylaşması, ortada paylaşılamayan şeyin esasta ne olduğu sorusunu gündeme getiriyor.
Zannımızca burada hisse kapmak için mücadelesi verilen şey iktidardan başka bir şey değil. Sadece dilin değil, hassasiyet ve kalkış noktalarının da aynilik arz etmesi, ortada kısıtlı bir pastanın paylaşım meselesi olduğunu açığa çıkarıyor. Mevzu bahis olan iktidar ise salt politik bir aygıtın dışında, medyayı, sermayeyi ve hatta bilimi ve sanat aktivitelerini de içine alan çok daha kapsayıcı bir yaşamsal sofrayı işaret ediyor.
Ertuğrul Özkök geçen haftaki bir yazısında mealen; hayat tarzlarının en az etnik kimlikler kadar güçlü olduğunu ve hayat tarzları öbekleşmesi üzerinden de bir ‘yerinden yönetim’ dalgasının oluşacağını/oluşması gerektiğini yazdı.
Özkök mesela, sahil bölgelerinin bir yerel başbakanı ve parlamentosu olması gerektiğine dair fanteziler kurduğunu ilan ederken, “sahil bölgeleri özerk yönetimi”nin söz gelimi alkollü içkilerde vergi indirimine gideceğini ve yöre insanlarının çocuklarıyla rahatça içkili mekanlara girebileceklerini söyledi.
Özkök, Akşam gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda ise, “liberallerin sefaletini yazıyorum” diyerek, Hürriyet’teki yazılarıyla kaç kalemde liberallerden ayrıldığı konusunda ciddi soru işaretleri oluşturdu.
Kendisi, sadece Kürtlere özerk bir yönetim hakkı verilmesine ilişkin meseleleri dert edinen liberalleri eleştirirken, mesela İç Anadolu bölgesi insanından ayrılan “sahil bölgelerinin hayat tarzı” gerçeği üzerinden bir siyasi kimlik ihdasının kamuoyunda pek tabii dillendirilebileceğini buyurdu.
“Liberallerin sefaletini” konu edinen Özkök’ün sefaletini ise mesela Roni Margulies gibilerin “ana dilini konuşamayan Kürtlerle serbestçe içki içemeyen sahil bölgesi insanı dram bakımından hiç aynı olabilir mi?” diyerek konu etmesi, yukarıda bahsettiğimiz “denge”nin acımasız, yayılmacı tahakkümünü apaçık biçimde gösterir. Yani ne sav ne karşı-sav ne de muhtemel sentez asla bu nizamın dışındakilere bırakılmıyor.
Meselenin esası olan yurdun bölünüp parçalanmasının kibarcası olarak üretilmiş bulunan “özerk yönetim” gündemi, memleketin en popüler konusu haline böyle getirilmiştir. Buna karşı çıkanların kullanacakları veya geliştirecekleri kavramların bile asla Özkök-Margulies sarkacının dışında olmaması gerekiyor. İşte karşı karşıya olduğumuz en vahşi dayatma budur.
Bu denkleme girmek istemeyenlerin yapması gereken tek bir şey kalıyor; o da anlamamak. Tıpkı vaktiyle Çinlilerin Batılı misyonerlere karşı geliştirdikleri zihinsel kapanmanın bir benzerini denemekte fayda olabilir.
Bir gün Batılı misyonerler demişler ki; “Ne yaparsak yapalım bu Çinlileri Hıristiyanlaştıramıyoruz. Halbuki Müslüman Afrika’da bu kadar zorluk çekmemiştik.”
Yaptıkları uzun araştırmalar sonucunda şu tespitlerde bulunmuşlar:
“Hıristiyanlık bir mantık örgüsü bakımından Aristo mantığına oturur. Yani aynilik, çelişmezlik ve üçüncü ihtimalin yokluğu. Halbuki Çinli muhayyile için ‘a’ pekala ‘a’ olmayabilir, ‘a’ pek tabii ‘b’ olabilir ve dolayısıyla ‘üçüncü hal’ de her zaman için imkân dâhilindedir. Çinli zihin Aristo mantığına kapalı olduğundan Hıristiyan olmak istese bile onu anlayamıyor.”
Ertuğrul Özkök ile Roni Margulies gibilerde somut temsil kabiliyeti kazanan, birbiriyle karşıt bir düzlemde sinsi bir tahakküm dengesi kurmuş bulunan yeni müesses nizama kepenkleri kapatmak, zihinsel bir arınmanın yahut da korunmanın ön hazırlığı olabilir.
Zira üçüncü bir halin her zaman imkan dâhilinde olduğu gerçeğine “kesin inanç” en azından neslin bir bölümünün devamına dair asgari bir yaşam sürdürmenin tek yolu gibi gözüküyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.