Kamalak’ın Suriye ziyareti
Müslüman Alimler Birliği’nin (UMAB) 40 bin üyesi varmış. Namını “alim” olarak tescilletmiş 40 bin insanın varlığı, belki kimileri için bir övünç vesilesi olabilir. Ancak bunun ardından şunu da düşünmemiz gerekmez mi; acaba adını “bahadır”, “alperen”, “gazi” olarak tescilletmeyi kafasına koymuş kaç kişi ve kurum vardır?
“Çağımızda böyle bir şey mi olurmuş!” diyecek olanlara, günümüzde 40 bin alimin bir çatı altında toplanması karşısında kimsenin çıkıp onlara “ortaçağdan mı fırladınız?” demediğine göre, hatta pek tabii bir vaziyet içinde çeşitli biçimlerde önemli-önemsiz icralarda bulundukları da vaki iken, bizim de neden bir Moğol ve Haçlı istilasından hiçbir farkı olmayan plan ve projelerin yürürlüğe konulduğu şu zamanda bütün bunlara karşı doğması gerekenin niye bir türlü doğmadığını sormaya hakkımız yok mu?
Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşı’nın ardından “Bursa alimlerine” yaptığı sitem dolu bir gönderme rivayet olunur. Bu alimler Yıldırım’a daha fazla Batı’ya yönelip de gücünü oralarda heba etmek ve yeni Haçlı seferlerini kışkırtacak fetihler yapmak yerine, İslam dünyasının kalbine doğru; Şam’da, Bağdat’ta, Kahire’de, İsfahan’da at oynatıp, asıl oralarda adına hutbeler okutmasını tavsiye ve telkin ederler.
1402’deki kahredici savaştan 6 yıl önce Niğbolu’da Avrupa’nın en seçkin süvarilerinden müteşekkil Haçlı şövalye ordusunu tamamen imha eden Yıldırım Beyazıt, önünde mukavemet gücü bütünüyle kırılmış geniş Avrupa düzlükleri dururken, o telkinlere uyarak döner ve önce Gaza beyliklerini tepeler, ardından yukarıda zikredilen büyük merkezlere doğru harekat başlatır. Fakat Ankara Savaşı’nda bozgun yiyip Timur’a esir düşünce aklına ilk olarak Bursa uleması gelir. Telkinciler artık yanında yoktur.
İçlerinden pek çoğu da Timur’a ulaklar gönderip bağlılık bildirme yarışına girmiştir. (Bugün kimilerinin Haçlıların düşmanlarına ölüm fetvaları vererek NATO’ya yaptıkları bildirimler gibi.) Bir Hoca Nasrettin bu ihanet furyasından ber’idir. O da zaten Bursa ulemasından değildir.
Rivayet edilir ki Beyazıt, yüzüğündeki zehri içmeden önce oğullarına bir yolunu bulup haber salar ve payitahtı “ulema şehri” olan Bursa’dan, “gaziler-cengaverler şehri” olan Edirne’ye taşımalarını vasiyet eder. Öyle de yapılır. Kızıl Elma’nın Doğu’da kardeş kanında değil, Batı’da kafir ufuklarında aranmasına kalınan yerden devam edilir.
***
Şimdi Türkiye’deki vaziyet elbette 1402’nin hemen öncesi değil. En azından önümüzde zayıf düşmüş, davetkar Avrupa düzlükleri uzanmıyor. Fakat gerimizdeki durumun vahameti birilerini fırsatçı maceralıklara sürüklüyor olabilir.
İslam dünyasında son yıllarda siyaset denilen kurumun aldığı hakim vaziyet, işgalcinin arzu ve direktiflerine paralel bir konumda yer almak, ya da en azından onunla uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bulunmamaya özen göstermek şeklindedir. İstikametlerini bu minvalde belirledikleri gibi bir de kendileri gibi davranmayanları değiştirip dönüştürme görevi üstleniyorlar ki o zaman mevzu “korkaklık” bahsinden çıkıp daha vahim bir durum arz etmeye başlıyor.
Arap Baharı zemininde “devrim” yaptıkları iddiasında bulunanların, niye İsrail ve ABD’ye tavır almadıkları sorulduğunda, anti-devrimci pasifist politik yapıların diliyle “dengeleri gözetmek siyasetin gereğidir” cevabını vermeleri, siyasi anakronizmin sınır tanımaz cehaletini gözler önüne seriyor. Ülkesinin Batı karşıtı iktidarına karşı en şedit yöntemleri yürürlüğe koymak konusunda hiç tereddüt etmeyenler, bırakın ABD ve İsrail’e tavır almayı, kendilerine olan Batı desteğini izahta artık tevile bile gerek duymuyorlar. Bu cehalet ve pervasızlık, siyaset bilimine ve kavramlarına parende attırmayı onlar için çocuk oyuncağı haline getiriyor.
İşte bu yüzden İsrail’e karşı silahlı mücadele veren Hamas ve Hizbullah gibi İslam’ın yüz akı kurumları nezdinde dahi çokbilmiş bir eda ile onlara da “siyaset öğretmek”le kendilerini vazifeli hissediyorlar. Düştükleri komik durumun farkında bile değiller.
Elbette bir de bunların dışında kalanlar var.
Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak ve beraberindeki parti heyetinin Suriye’de geçirdiği 3 gün, Türkiye’de siyaset üretiminin, halen ve bütünüyle paranın ve belirli güç merkezlerinin tekelinde olmadığını ispatlamıştır.
Sırf bu bile sadece Saadet Partisi ve İslami camia için değil, bütün Türkiye kamuoyu için dev bir kazanımdır. Akdeniz’in yıllar sonra tekrar savaş gemilerinin gövde gösterilerine sahne olduğu ve 100 yıl önce yarım kalan paylaşım mevzunun, yani “Şark Meselesi”nin yeniden raftan indirildiği şu günlerde Kamalak’ın Suriye’ye gidişi, “gidebilmesi, gitmeye güç yetirmesi”, bu gelenekteki kurucu önderliğin canlılığına işaret ettiği gibi, memleketin merkezi siyasetinin önümüzdeki süreçte hangi mecrada akacağını da ortaya koymuştur.
Millet için yarının siyasetini çatacak olanlar, kendine işkence sesleri dinletilen ve sıranın artık onda olduğunu söyleyerek uğursuz bir bekleyiş içinde çabucak çözülmesi istenen tutsak konumundaki Şam’a giderken, pusuda bekleyenlerin eyyamcı kurnazlıklarına aldırmazlar bile.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.