“Asker’e Son Mektup”un Ardından (1)
Aslında, 2009’un son günleri ve 2010’un başlarında “Asker”le ilgili epeyce makale yazmıştım. Önce, “Bir Darbe Zanlısının Kişilik Analizi” başlığı altında “Balyoz” davası sanığı bir albayın kişilik analizini yapmış, ardından “Endişesi Olanlar İçin Askeri Darbeye Karşı İlaç” adıyla bir anekdot sunmuş, sonrasında da ülkemiz insanının geleneksel olarak ordu’ya bakışını, “Göz Bebeğimiz ‘Peygamber Ocağı’ ve Ordu” adlı yazıyla işlemiştim. O günlerde, darbe girişimlerinin su yüzüne çıkması sonucu milletimizde, ordumuza karşı bir güven kaybı geliştiğini gözleyince de “Güven Duygusu ve Ordu-Devlet İlişkisi”ni ele almış, 3 yazıyla konuya açıklık getirmeye çalışmıştım... En sonunda yazdığım yazının başlığı ise “Son Mektup: Sayın Genel Kurmay Başkanımız, lütfen!..” idi.
“Son Mektup”... Evet, O yazıda, bizzat, zamanın Genel Kurmay Başkanı’na seslenmiş;
“Günümüz Türkiye’sinde askeri, yargısal ya da sivil(!), her neyse darbe yapmanın zemini ve yeri yoktur.” cümlesiyle başlayarak,
“...Evet, son durum bu Sayın Genel Kurmay Başkanımız. (...)
Söz; biz unutmaya hazırız...
“60, 70, 80, 90 küsur, 2000’ler, Ayışığı, Yakamoz, Kafes, Eldiven, Sakal, Çarşaf, Balyoz” filan demeyeceğiz...
Aksine;
“Bizi bugüne dek düşmandan korumuş ve bundan sonra da koruyacak olan ordu bu ordu” diyeceğiz.
“Bu bizim ordumuz; yani Ben, Sen, O, Biz, Siz, Onlar’dan oluşan hepimizin ordusu” diyeceğiz...
Ve gerektiği zaman da hatırlatacağız; “Ordu sadece size, sizlere ait bir meta, bir olgu, bir mefhum değil, bu sebeple sorumluluğu da sevabı da günahı da hepimizin!”
Başka ordumuz yok çünkü!..
Dolayısıyla, Sayın Genel Kurmay Başkanımız, bu kadar “milletin” olan “bir ortak değer” üzerinde kendi başınıza karar veremezsiniz. Böyle bir yetkiyi tek başına kendinizde göremez, bu sorumluluğu taşıyamazsınız!.. Demem şu ki; darbe ve darbecileri şu ya da bu şekilde korumaya çalışarak durumu kurtaramazsınız. Bu insanların, hiç hak etmediği halde ordumuzu içine düşürdükleri bu “güvenilmez, darbeci, sır dolu” kimlikli imajdan kurtaramazsınız!..
Nezaket anlamında sıkça kullandığım “lütfen” kelimesini bu anlamda hiç de kullanmak istemezdim ama boynumu büküyor ve tekrar ediyorum: Sayın Genel Kurmay Başkanımız, lütfen!..”
şeklinde devam etmiştim.
Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir” sözüne atıfla;
“...Peki, “efendilik” böyle mi olur?.. Evet, siz de kabul edeceksiniz ki olmaz. O zaman sizce Atatürk bu sözü niye söylemişti?.. Uyulmasın diye mi?.. Yoksa Atatürk sürç-ü lisan mı etti ya da milleti kandırmak, ağızlara bir parmak bal çalmak için mi sarf etti bu sözleri?.. Sürç-ü lisan ona yakışmayacağına, milleti kandırmak gibi bir niyeti de olamayacağına göre Atatürkçü’yüm diyen bir insan ya da kurum nasıl bunun tam tersini yapar?.. Nasıl kendini efendi yerine koyar da köylüyü-milleti “cahil, bir şey bilmez, kendi kararını kendi veremez, aciz insanlar” olarak görür?..
Hayır, ben bunu kabul etmiyorum. Milletimiz de bunu kabul etmiyor. Siz de bunu böyle kabul edemezsiniz!.. Anlayışınızı değiştirin. Bu devleti oluşturan her kurum gibi milletin efendisi değil hizmetçisi olun. Ve subaylarınızı buna göre yetiştirin, kurumunuzu buna göre düzenleyin, görevinizi buna göre yapın; hem de vakit geçirmeden, gözden düşmeden ve ordumuzu daha fazla gözden düşürmeden... Kurmay olduğunuzu hatırlayın. Kurmaylar ve gerçek askerler düşmesini de düştükten sonra kalkmasını da bilirler; eminim ki siz de biliyorsunuzdur. Kazanmak için, yeniden dirilmek için ayağa kalkmaktan başka çareniz yok.
Evet, ayağa kalkmalı ve kazanmalısınız. Millet için kazanmalısınız. Milletin gönlünü yeniden kazanmak için kazanmalısınız. Lütfen, daha fazla ayak sürtmeyin ve ordumuzun imajını çizdirmeyin. Varlığıyla gurur duyduğumuz şanlı ordumuzu, bu gözü dönmüş, darbe ile aklını bozmuş üç beş ya da daha fazla her neyse, hasta insana kurban etmeyiniz... Temizleyin bu pisliği!..
Eğer buna gücünüz yetmiyorsa, bir manifesto hazırlayın ve her şeyi açıklayın. Korkmayın, çekinmeyin “devlet sırrı” filan da demeyin. Çünkü bu devlet sırları denen şeyler sır kaldıkça, millet nezdinde, açıklanmasından daha tehlikeli bir hâl alıyor!.. Millet bu sırlardan çekiniyor, sır lafını edenlerden uzaklaşıyor, kendini emniyette hissetmiyor, insanlara, kurumlara ve devlete olan güven duygusunu yitiriyor.
Belki bizatihi şahsınıza olanı önemli saymayabilirsiniz ama sizin şahsınızda orduya olan güven duygusu zedeleniyor. Bunu kabul edemeyiz!.. Bu sebeple “Bu benim şahsi meselem” diyemezsiniz. Bu konuda sorumluluğunuz çok büyük...” demiştim.
Gerçekten de “Son Mektup” tamlamasının manasına uygun olarak sözümde durdum ve o günden bugüne “Asker” hakkında bir daha yazı yazmadım. Ancak o günden bu yana, köprülerin altından çok sular aktı... “Su akmalar” şöyle dursun adeta “suların yatağı değişti.”. Zira, daha harp okullarına adımını atar atmaz, kendini milletin velisi, efendisi, dokunulmaz, sorgulanamaz kimliğiyle devletin sahibi gören bir algılamadan gelinen nokta çok ama çok farklı bugün, askerin. Genel Kurmay’daki davranış değişikliğini görmek, Asker’de kişisel ve kurumsal olarak yaşanan büyük travmayı hissetmek ve onları anlamaya çalışmak gerekiyor.
Kısmetse, haftaya devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.