Ankaralı Hacı Baba
Geçenlerde Yeni Şafak'ta, Merhum Vitali Hakko'nun Varlık Vergisi'nden “muztarib” olduğu dönemde, Ankara'daki perakendeci müşterisi Hacı Baba tarafından nasıl “Allah büyüktür, üzülme!” diye tesellî edildiğini ve Varlık Vergisi'nin beşte birinin nasıl Hacı Baba tarafından karşılandığını okuyunca, Hacı Bayram hemşehrisi Hacı Baba'yı rahmetle andım. İmdi, insaf ile düşünelim ey Azizan, komşularınızın bu gibi kemal ehli Hacı Babalar'dan olmasını mı istersiniz, yoksa hangi etnik topluluktan olursa olsun, Batı Müziğinden hoşlanır görünen, balıkla beyaz şarap içen, frenk dillerinden biriyle veya birkaçıyla tekellüme kaadir, ne var ki o sırada Vitali Bey'in mahvolmasını “Kurt Kanunu”nca meşru gören ve parçalamayı bekleyen kimselerden olmasını mı? Bu Hacı Babacık, insanlık hali, bir ara karıncağızını kaşıdıysa, hiddet ve şiddetten zehir zemberek kesilip, derhal elinize bayrak alarak Tandoğan'a koşmak mı gelir içinizden, yoksa Batı'ya göçmek mi? Yaman arvat, yaman komşu, yaman at/Birin boşla, birinden köç, birin sat! Ortaçağ karanlığını temsil eden “yaman komşu” kimdir? Anafartalar'daki Hacı Baba'nın yerini, kalb-i selîm taşımayan ve Mâûn'u men' eden bir başka Hacı Baba tutabilir mi?
Ey Azîzan, “kalb-i selîm” cihâdında olalım, İlâhî Divan'da tez jürisi kurulup “yanlış da olsa başarılı ve özgün bir kurgulama ve vurgulama ve dahî burgulama sergilendiği için bu felsefî tez oybirliğiyle başarılı bulunmuştur” denecek değildir. öyle kişiler var ki, daha hâlâ, Huseyn'den bahsedilince “mosmor da güzel” olamayıp derhal “ıldırık ileti” döktürüyor, benim yazılarımdan “Şi'a kokusu” geldiğini söylüyorlar. Mervan'dan “Radiyallah” diye söz edersem, emînim ki bu Zevat, “hah şöyle, ömrünün sonlarında imanını gurtardın!” diyecekler. Bu yazıyı yazdığım sırada “Şeb-i Arus” âyini tamamlanmış idi, Berlin'de sohbetinden telezzüz ettiğim, Ankaralı Hacı Baba'nın gönül kardeşi Post-nişîn Azîz, İmam Huseyn'i ve Kerbelâ şehitlerini Gülbank'de anarak bugün aldığım ıldırık iletinin dağ-ı derûnuna merhem çaldı. İmam Huseyn ve Kerbelâ şehitleri ile Cennet'de komşu olsun! Ey Azîzan, İmam Huseyn'in (680) yılı Kurban Bayramı'nın Arefesinde haccı tamamlamadığının “felsefesini” niçin yapmazsınız da “Anadolu Kierkegaard'ı” olmaya özenirsiniz? “Büyük kurban”ın felsefesini niçin yapmazsınız!
Ey Alevî Azîzan, “bizim amacımız, bütçeden pay almaktır” sözünün “felsefesi”ni hiç düşündünüz mü? Sadece Türkiye'de olan bir sistemle sünnî imam ve müftülerin Devlet memuru olmasına karşı çıkarak, “biz de bütçeden pay almak istiyoruz” diyebilmek için, bir mezhebde örgütlenmek, ibadetler hakkında bir “fıkh”ı olmak gerekir. “Biz İslam'dan değiliz ki!” derseniz, nasıl olur da dînin bir kamu hizmeti olarak örgütlenmesine katılmak istersiniz? Hiç değilse, “din vergisi ayrılsın, biz din vergisi ödemeyelim, kendi dernek ve vakıflarımızı bu vergi yerine ihtiyarî olarak biz destekleyelim” diyebilirsiniz, fakat “din vergisi ayrılmasın, sadece Alevî nüfusun ülke nüfusundaki oranına göre, Diyanet'e ayrılan payın belli bir oranı bize verilsin!” derseniz, bu iş yürümez, biribirinize düşersiniz. Kaldı ki, herbir tarîkatin de bütçeden pay istemesine yol açarsınız. çare bu değildir. Benden söylemesi! Oniki imam katarımız/Uyamazsın demedim mi?
“Felsefî Düşünce”nin de hareket noktasından yola çıkarken, yine elimizde “Asl-ı Mülâzeme” ilkesi olmalıdır ve “iki ağır (çok değerli) emanet”i aslâ unutmamalıyız. Bu iki ağır emanetle “irdeleyip” teyid edemediğimiz felsefede hayır yoktur. “Kurban”, bugün kullanılan dar anlamıyla esasen “sadaka” demektir, daha doğrusu “sadaka”nın da dar anlamıyla “mâlî ibadet”lerdendir. Şu halde, Allah da “onların kanı bana erişmez” buyurduğuna göre, niçin koyun, deve, sığır yerine bedeli “kurban” yerine geçmesin? Kurban Bayramı; geniş anlamıyla kurban bayramıdır, Allah'a yakınlaşma bayramıdır. Yoksa bu “felsefe”ye göre “Hacc”dan da amaç “kan akıtmak” mıdır ki, “kurban” dar anlamıyla alınıyor ve “aman haa! Mutlaka kan akıtacaksın, bedelini verirsen olmaz!” deniyor? Hacc'a; “bedel”, “vekil” gönderiliyorken, “caizdir”, oruç tutamayanın “fidye” vermesi “caizdir”, Hacc'ın o zamanın şartlarıyla bir fer'i olan, vaadesi yetmiş hayvanların acı çektirilmeksizin kesilerek yoksul hacıların doyurulmasına vesîle kılınmasına gelince: -İşte bayramın özü buradadır, yerine para da versen nafile! Mutlaka kan akacak ve sen de, çocukların da, eşin de o kana bakarak felsefe yapacaksın! Pir Sultan bu “felsefe”yi yapmış, “Kierkegaard'dan buyur yak!” demeyenlere arz edilir: -Kerbelâ çölünden bir koyun geldi/Kuzum deyu meleyüben ağladı/koyunun sedası bağrımı deldi/Yürekteki yaralarım dağladı/koyun yere koydu nazlı dizlerin/Dinleyelim şeker gibi sözlerin/Kıbleye döndürmüş kara gözlerin/Koyun sesi yüreğimi dağladı/Muhammed (S.A.) koyunun aslını sordu/Koyun dâra geçip hoş zâri kıldı/Kuzu kurban olmaz, ya niçin oldu?/Fatma ananın gözyaşları çağladı koyun der ki: -Kuzum hâsların hâsı/Noh felekten öte gelirdi sesi/Yarın mahşer günü olur davası/Deyince; Muhammed Ali ağladı!- Kierkegaard'a söz kaldı mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.