“Sen al, kart öder” mi?
Dört koldan teşvik edilen tüketim alışkanlığı, sadece şahısları değil; böyle devam ederse devleti de sıkıntıya sokacak. Devletin iç ve dış borcu bir yana, şahıslar olarak büyük çoğunluğumuz borç içinde yüzmüyor muyuz? Hepimiz, cebimizde bulunan kredi kartlarına güvenerek gerçekte bizim olmayan paraları harcıyor ve bir-iki yıl sonramızı da ipotek altına alıyoruz. Mobilya ve beyaz eşya gibi basit ihtiyaçlar bile artık 12 ya da 24 ay taksitle satılıyor. Cebimizde para olmasa da ‘kart gücü’yle her türlü ihtiyacımızı karşılıyoruz.
Peki, bütün bunlar netice itibarıyla borcumuzun artması anlamına gelmez mi? Hele ev gibi temel ihtiyaçları 10 yıl, hatta 20 yıl taksitle aldığımızı düşünelim. Elbette her ay kira ödemek yerine, yıllar sürse de taksitle kendi evinin borcunu ödemek daha iyi. Ancak bu hassas düzen en küçük krizde sarsılmaz mı? Allah muhafaza, aldığı düşük maaşla zor geçinen ve 20 yıl vade ile aldığı evin taksidini ödeyen bir kişinin işsiz kaldığını düşünün. İşsiz kalmasına mı üzülsün, büyük umutlarla sahip olmaya çalıştığı evin elinden kayıp gitmesine mi üzülsün?
Nitekim, Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu, Haziran ayı başında kredi kartı borcu toplamının 47 milyar TL’ye ulaştığını açıkladı. Geçen yılın Haziran ayında borç toplamının 40 milyar lira olduğu belirtilen açıklamada, “Takipteki kredi kartı borcu toplamı Nisan ayında 3,7 milyar TL oldu. Taksit sayısı sınırlandırılarak, tüketici bu konuda bilinçlendirilmelidir” denilmiş. (Cihan Haber Ajansı, 25 Haziran 2011)
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun yaptığı bir açıklamada da Türkiye’nin borçluluk oranının hızlı bir şekilde arttığına dikkat çekilmiş. 2003’de bu oran 1.8 iken, 2011’de yüzde 15’e çıkmış. Yani 8 yılda yaklaşık 9 kat daha fazla borçlanmışız. (Radikal, 25 Haziran 2011)
Bazılarınca dezavantaj olarak görülse de bizce Türkiye’nin bir avantajı var. O da yaklaşık 20 milyon kişinin bankacılık sektörü ile ilişkisi olmaması. Çünkü ‘sistem’ bir krize sürüklendiğinde, hiç değilse bu krizden doğrudan etkilenmeyen bir kitle oluyor. Yardımlaşma kavramı da henüz ölmediği için krizleri daha kolay atlatabiliyoruz.
Başta büyük şehirler olmak üzere her yeri işgal eden alış veriş merkezleri ve lüks siteler, adım başı yükselen “rezidans/residence”ler, kriz çıkmadan tamamlanabilecek mi? Buralardan 10 yıl vade ile ev alanların işleri hep düz mü gidecek? Muhtemel riskler karşılanabilecek mi?
Alış veriş merkezleri insanların tüketim alışkanlıklarını da değiştirdi. Artık pikniğe gidir gibi alış veriş merkezlerine gidiyor, ihtiyaçlarımızdan fazlasını satın alıyoruz. Ücretlerin düşük olması ve olanın da kriz bahanesi ile düzenli ödenememesi, kredi kartı kullanımını da teşvik etmiş oluyor. Neticede birileri bu işten kârlı çıkıyor, ama bunun vatandaş olmadığı ortada.
Tabiî ki tüketimi teşvik için reklâmlarda da ‘örtülü aldatma’lar yapılıyor. Güya haksız rekabeti önlemek için kurulan kuruluşlar var, ama pek de çare oldukları söylenemez. Çoğu zaman bir ürünün fiyatı değil de aylık taksidi ‘vitrin’e çıkarılıyor. İlk bakışta ucuz gibi görünen bu ürünlerin toplamda pahalı olduğu satın alınıp taksitler ödenmeye başlanınca anlaşılamıyor. Yıllar süren tahribat sebebiyle artık çocuklarımızın ceplerinde de ‘bin liralık’ cep telefonları var. Üstelik, 500 liralık çamaşır makinesini ‘pahalı’ bulurken, bin liralık cep telefonunun ‘ucuz’ olduğuna inandırılmış durumdayız.
Felâket tellâllığı yapmak bize düşmez, ama bu çılgın harcama yarışının gün gelip duvara toslayabileceğini akılda tutalım. Tutalım ve en büyük zenginliğin kanaat olduğunu da unutmayalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.