Ali Şeriati ve Türkiye'nin 40. yılı
Sizlerle merhum İranlı Yazar-Sosyolog Dr. Ali Şeraiti’nin “Öze Dönüş” isimli eserinin 144–149 sayfalarında yer alan bir değerlendirmesini sunmak istiyorum. Benim tüylerimi diken diken eden bu yazının sizlere de aynı duyguları yaşatacağına inanıyorum. Bir Millet evladının nasıl kumpasa alındığını ve tarihin hangi uğursuz ellerle tahrif edildiğini anlamamız açısından pırlanta değerinde tarihi bir yazı olduğunu düşünüyorum. Buyurun, işte hal-i pür melalimiz…
“Tarihî Vicdan”, uygar bir ruha özgüdür. Medfun asırları, nesilleri ve devamlı bir geçmişi hikâye eden bu eserleri korumak, ihya etmek ve tanımak, sadece duygusal ve sanatsal bir değer taşımaz, aynı zamanda tarihsel akışın, kültürel bağlılığın ve ulusal ruhun devamını sağlar. Tarihsel süreklilik, mevcut kuşağın, şahsiyetini bulduğu geçmişle bağını kurar. Emperyalizm, çok karmaşık ve çok derin sosyolojik ve bilimsel gayretler içine girmiştir. Bu gayretlerle, uygar İslam, Hint ve Çin ülkelerindeki kendi ‘sözde uygar’larını öyle ‘yetiştirme’ye çalıştılar ki o uygar(!)lar, ilerleme ve modernleşmeyi kendi gelenek ve tarihlerine zıt bilsin, realizm ve ilericilik adına geçmişi yok saysın ve tarihlerini mahvetsin ve kin ve nefretle kendi geçmişlerinden kaçsınlar. Çünkü geçmişe kin ve nefretle yaklaşmak, çağdaşlığın ve yeni düşünmenin göstergesidir!
İsviçre’den İran’a dönüyordum; yoldaşım, İzmirli Türk bir öğrenciydi, İsviçre’de eğitim görmüş (!) bir ziraat mühendisiydi. Benim için bundan iyi bir yolculuk olabilir mi?! Türkiye’nin mimarisinin dinî, kültürel, siyasî ve sosyolojik açıdan bence kapalı kalmış ince noktaları, güzel Fransızca konuşan gencin parmağıyla aydınlanacak diye düşündüm. Birkaç gün süren beraberliğimizde bu çerçevede onunla işim olmadığını anladım. Zira onun uzun bir hikâyesi vardı. İstanbul’a vardığımızda askerî bir geçit töreni olduğunu gördük. “Ne oluyor?” diye sordum. O genç, “Türk ordusu, kuruluşunun kırkıncı yılını kutluyor.” dedi. “Kırkıncı asır mı?” diye sorduğumda, gülerek “Hayır! Aklın nerede? Kırkıncı yıl.” Tekrar sordum: “Kırkıncı ne?” Vurgulayarak dedi ki “Kırkıncı yıl.” Türkiye tarihiyle geçmişinden bu kadar habersiz olan genç bana bilgince izahatta bulundu: “Türkiye, ülkesiyle, toplumuyla, üniversite, medeniyet, sosyal ve kültürel kurumlarıyla kırk yıl önce kurulmuştur.” Artık dayanamadım. Yeni doğmuş, yeni adam olmuş, tarihi, bir insan ömrünün yarısı olan bir ulusa mensup bu adamla beraber olmaya dayanamayıp kaçtım!
Sanki bu Kostantiniyye’nin göğü, en son büyük hadiseyi hatırlatıyordu. Sanki miladî 1453 yılında Fatih’in, ordusuyla Doğu Roma İmparatorluğu’nun kalbi ve Ortaçağın en büyük medeniyet merkezlerinden biri olan bu şehrin kapılarından içeriye girişi, dünmüş gibi... Bir taraftan bu olay, Doğu Roma’da kültür ve uygarlığıyla güçlü Hıristiyanlığı Doğu’dan söküp Batı’ya atışı, dünmüş gibi... Bu yılın (Bu yıl bile, Türkiye’nin eski Müslüman ordusunun fiilî kuruluş yılı değildir) Ortaçağın bitişi ve Batı için yeni bir çağın başlangıcı olarak sayılışı, sanki dünmüş gibi. İsviçre’de okumuş bay mühendis, yarın bu ülkenin üniversitelerinde profesör ve tarım bakanı olacak, aydın tabakanın elitlerinden sayılacak bu bay mühendis bilmiyor ki onun ordusu, insanlık tarihine yön verecek bir biçimde askerlik kurumunu en büyük yiğitliğiyle altı asır önce kurulmuştur. Ve yine bu ordu, Orta ve Yeni Çağ’da Batı’nın en büyük imparatorluğunu kurmuş, tüm Doğu Avrupa ve Yemen’e hükmetmiştir. Onun atalarının siyasî, kültürel, düşünsel etkinliğinin göstergesi olan mescid ve minareler hâlâ Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan’da o güçlü günleri hikaye etmekte. Fransa ve İtalyaya kadar ilerlemiş ve bu gücünü 18. yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyıl başlarına değin çok rahat bir biçimde sürdürürken Akdeniz’de en büyük deniz gücünü elinde bulundurmuştur.
Daha ne diyeyim? Bundan 1000 yıl önce Batı’nın silahlı halkınca İslam Ülkesi’ne karşı düzenlenen Haçlı Seferlerinde kullanılan ve üzerlerine savaş nağmeleri yazılmış kılıç, kalkan, miğfer ve mızraklar Avrupa’nın askerî müzelerinde sergilenmekte ve görenleri hayrete düşürmektedir. Daha ne diyeyim? Bugünkü Batı doğmadan, İslam da Doğuyu aydınlatmadan önce bu topraklar, Roma’nın yani Bizans’ın uygarlık beşiğiydi. Oysa 1000 yıldan beri bu güçlü ordu, uygarlık, bilim, iman ve kültüre sahip bu Dünya İmparatorluğu, kartal gibi Akdeniz’de mutlak hâkimiyet kurmuştur. Kısa sürede Kostantiniyye’nin siyah burçlarına oturmuş, Doğu-Batı arasındaki sınırda, eski ve yeni uygarlıkların kesiştiği noktada Doğu ve Batıyı, Birinci Dünya Savaşı’na kadar en güçlü askerî güç olarak Dünya’nın büyük bölümünü gölgesi altında tutabilmiştir. Arabı, Yunanı, Kuzey Afrika’yı ve baştanbaşa Doğu Avrupa’yı egemenliği altında tutmuştur. 40 yıl önce, önden Batı’nın teknik ve askerî hileleriyle, arkadan İranlı ve Arap Müslümanların hançerleriyle vurulmuş... Arap topraklarını İngilizler ondan alırken, Avrupalılar Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya’yı ondan ayırmış ve böylece onu kıstırmışlardı. Osmanlı Sultanı’nın emriyle Batı’nın modern bilim ve askerî tekniğini kav-ramak ve Avrupa uygarlığını tanıyarak İslam İmparatorluğunu, güç ve kudretini Avrupa’nın ekonomik, siyasî, askerî ve kültürel saldırılarına karşı savunmaları amacıyla görevlendirilmiş Batıcı Entelektüel ve subaylar, geri dönüp işe koyularak bu büyük dünya gücünü kendi içinde birbirine kırdırdılar. Geniş Osmanlı İmparatorluğu, mağlup olmuş ve cezalandırılmış küçük bir ülkeye dönüştürüldü. Bütün Asya, Avrupa ve Afrika ülkelerinden elinde bir İstanbul kaldı, bir de Ankara... Daha sonra harfler latin harflerine dönüştü. Bu yeni harflerle eğitim gören yeni nesil ise inanmaya başladı ki bizim tarihimiz kırk yıl önceden başlar! Yani Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren..! Yani mağlub olup cezalandırıldıkları ve parçalandıkları, sonuçta zaaf ve hakarete uğradıkları vakitten… Yani ordusu tarihinde bu kadar destanlar yazmış bu millet, tarihini yenilgi anıyla başlatıyor! Ben bu işe şaştım kaldım!
İstanbul Kütüphanesi’ne gittim. İstanbul ki kültür, tarih ve kitap dünyasında çok büyük bir şöhreti var. Şevket ve güç dolu İslamî yüzyıllar boyunca bir hazine hazırlamıştır. Gördüm ki bu kütüphanenin salonu, geçmişin şevketini anlatıyor, fakat bu geniş salonun kıyısında köşesinde el yazması eserleri inceleyen birkaç oryantalist var ve Türkiye’nin halkından ise bir tek Farsça bilen meşhur merhum Ahmet Ateş’i gördüm. Diğerleri ise, onların kişiliğini, manevî ve kültürel geçmişlerini oluşturan bu hazinelere sadece bakmaktalar. Biz ise Taht-ı Cemşid’in duvarlarındaki çivi kitabelerine!
Anladım ki bu genç entelektüel mühendisi önce bu geçmişe yabancılaştırmak gerekti ki “Evet, senin tarihin, sadece kırk yıl öncesinden başlar.” fikrini ona kavratabilsinler. Şimdi sen Afrika’da yeni doğmuş, Çad, Togo, Kongo, Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerin ömrü kadar yaşı olan bir ulus musun?! Mağlubiyetten başlayan bir tarih! Yani sen hiç yoktun, hiç olmadın! Düşünce, bilgi, dil, kitap, üniversite, uygarlık… adına şu anda sahip olduğun her şey, bizim atiyyemizdir.
Dedim ki siz Müslümansınız. Niçin Cuma yerine Avrupalılar gibi Pazar gününü hafta tatili yaptınız? Yaptığı tahlil, çok pişkinceydi: “Cuma, İslamî ve dinî bir bayram günüdür, mukaddestir. Eğer Cuma’yı tatil yapsaydılar, hepsi, eğlence, fısk ve fücura, bu kutsal günde gitmek zorunda kalırlardı. Cuma yerine Pazarı tatil yaptılar ki tüm bu eğlence, fısk, fücur ve rezaletler Hıristiyanların kutsal gününde yapılsın.” Aydınlandım! Fakat zavallı ben, Avrupa ekonomisiyle olan ilişkiler nedeniyle Cuma yerine Pazar’ın hafta tatili yapıldığını, böylece İslam ve Avrupa Pazarları arasında uyum sağlandığını hayal ediyordum. Fakat bunların manevî ve dinî analizlerini öğrenince sorunun ekonomik değil, İslamî olduğunu anladım! İslam’ın bu cihad ülkesinde, Haçlı Savaşları mücahidleriyle Osmanlı cengâverlerinin bu tür eğlence ve rezilliklerle Hıristiyanlık’tan kurnazca intikam alışlarına bir sevindim ki bilemezsiniz! ...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.